Lizbonyazımda da belirttiğim üzere, Lizbon’dansonraki durağımız Madrid olmuştu. Lizbon’danyaklaşık olarak 1saat uçuş mesafesinde olan Madrid’e varmak kolay oldu.
İlk gün için yapabileceğimiz fazla bir
şey yoktu. Otelimizi bulup, çevrede biraz tur attık. Ulaşım sistemini kavramaya
çalıştık. Madrid’in metro sistemi gerçekten de çok gelişmiş. Hemen her köşeye
metro ile anında varmak mümkün; tabii ki grev yoksa (Yazımın sonunda bu imalı
cümleyi neden sarf ettiğimi anlayacaksınız).
Otelimiz oldukça ucuz bir otel olmasına
karşın temizdi. Her oda da vantilatör vardı. Zaten siz siz olun, hele ki yazın
gidiyorsanız İspanya’ya, kalacağınız odada klimadır, vantilatördür bir şey var
mı mutlaka kontrol edin. Sonra bunalabilirsiniz.
Otelimiz şehrin göbeğinde bulunmasına
rağmen otelin sokağına girince gözlerime inanamadım. En başta “ben yanlış
düşünüyorumdur kadınlar hakkında”, diye suçu kendime atsam da, çok geçmeden
sokakta bekleyen kadınların gerçekten de hayat kadınları olduğu ortaya çıktı.
“Zaten otelin ucuz olmasından anlamıştım ben” diye düşünürken, yaptığımız kısa
şehir turunda gördüm ki, her köşe başında bir hayat kadını mutlaka bekliyordu.
Benim bildiğim bu işlerin de bir adabı olurdu; yani bir sokak bellenir, herkes
orayı bilir, isteyen gider türünden; fakat İspanya’da gayet rahatlar diye
düsünülebilir. Gerçi bu olayın rahatlıktan çok ekonomik krizin bir getirisi olduğunu
dillendirenler de gördüm.
Biz yine işin turistik yanına dönersek,
Madrid beklediğimden çok daha küçük ve kurak bir şehir olarak çıktı karşıma.
Şehrin en büyük (ve belki de tek büyük) parkı olan El Retiro
Park dışında yeşillik görmeniz pek olası değil.
Madrid hakkındaki genel izlenimlerimden
kopup, gezimizin ikinci gününden devam edeyim. Otelimize pek yakın olan ve
şehrin kalbinin attığı Puerta del Sol meydanından yola çıkarak
önce Museo de la Ciudad, yani Şehir Müzesi’ni ziyarete gittik.
Aslında şehir müzesinde
görmeye değer fazla bir şey yok; fakat şehrin pek çok yerinde rastlayacağınız
anıtlar ve arena gibi büyük alanların tamamını görebilmenizi sağlayan maketleri
inceleyebilirsiniz. Buna ek olarak, boğa güreşi seyretmeden matador kıyafetlerini
tanıyabilir ve şehrin eski yaşantısı hakkında biraz bilgi sahibi olabilirsiniz
(Tabii bunun için öncelikle İspanyolca biliyor olmanız gerekiyor; çünkü
açıklamalar İspanyolca).
Şehir Müzesi’nde maketini de gördükten
hemen sonra, ikinci durağımız elbette ki boğa güreşlerinin yapıldığı arena idi.
Boğaların öldürülmesi bana pek zevkli gelmediği için güreş seyretmedik; ancak
seyretmek isterseniz bilet fiyatları 8 ila 80 euro arasında değişiyordu.
Arena’ya vardığımızda gezi saati bitmiş, ya da bitmek üzereydi; tam
anlayamadık. Bütün çabalarımıza rağmen bilet satılan gişeyi de bulamadık; fakat
bu aramalar sırasında bulduğumuz açık bir kapıdan arenaya daldık. Nitekim
çevrede bizim gibi dolaşan turistler vardı. Bir kaç fotoğraf çekip geldiğimiz
kapıdan geri çıktık. Zaten biz çıkar çıkmaz da bir görevli gelip kapıyı
arkamızdan kilitledi. Yani anlayacağınız normalde girilmesi yasak bir kapı
kullanmıştık; bedavadan arenayı da görmüş olduk.
Arenadan sonraki durağımız, daha evvel
de bahsettiğim El Retiro Park’dı. Öncelikle yanımızda
getirdiğimiz salatalarımızı afiyetle yedikten sonra parkı gezmeye başladık.
Parkta gerçekten de pek çok heykel
vardı. Parkta bulunan yapma küçük bir
havuzda sandallarla gezinebiliyorsunuz; ancak güneşin alnında sandal turu pek
keyifli görünmedi gözümüze.
Yine parkta bulunan Fallen Angel (Düşen
Melek) heykeli
|
Parkın bir ucundan girip diğer ucundan
çıkmamız, öğle yemeğimizi yeme vaktini katmazsak herhalde 1 saat sürdü. Yani
Madrid’in hemen hemen tek parkı olmasına rağmen El Retiro gerçekten de büyük
bir park.
Parktan çıktıktan sonraki durağımız ise
gar binası idi. Açıkçası Madrid’in gar binası, mimari olarak pek bir anlam
ifade etmese de içerisindeki palmiye bahçesi görülmeye değer. Hatta sırf
içindeki kaplumbağaların eblehlikleri için bile görülmeye değer diye
düşünüyorum. J
Gar binasındaki bu kısa palmiye bahçesi
gezimizden sonra soluğu, “biraz da sanat görelim” diyerekten “Ulusal Reina Sofía Müzesi ve Sanat Merkezi”de aldık. Reina Sofia Müzesi’nde Miró, Kandinsky, Dalí, Bacon ve Picasso gibi ünlü ressamların
tablolarını görebilirsiniz. Nitekim biz özellikle Dali ve Picasso için gittik.
Elbette çağdaş sanat da vardı...
“Çağdaş” sanat eserleri beni pek
açmadığından, çıkışta uzunca bir yürüyüş yaptık. Neyse ki Madrid sokakları hiç
sıkıcı değil, her an bir heykele, bir çeşmeye rastlamak olası.
Böyle böyle çeşmeydi, heykeldi
diyerekten önce España Meydanı’na vardık. Bu meydanda da diğer
meydanlarda olduğu gibi bir dolu heykel ve çeşme vardı. Fakat bunlardan en
önemlisi Cervantes ve onun ünlü karakterleri Don
Kişot ve Sancho Panza’yı temsil eden heykellerdi. Hemen herkes heykellerin tepesine çıkıp poz
verme derdinde olduğu için resim çekmek biraz güç oldu.
España Meydanı’nı
geride bıraktıktan sonra Debod Tapınağı'na geldik. Bu tapınak Mısır tarafından
İspanya’ya bir hediye olarak sunulmuş. Eğer uygun saatlerde giderseniz içini de
gezebiliyorsunuz. Biz gezemedik; ama tapınağın bulunduğu tepeden güneşi
batırmak hoştu.
Güneşin batışını beklerken hemen Debod Tapınağı'nın yanındaki çocuk parkının banklarında mola verdik ve
bir başka ilginç olayla karşılaştık. Her şey iyi hoştu, ta ki 5-6 yaşlarındaki
bir kız çocuğu hemen önümüzdeki bir ağacın dibine çöküp ihtiyacını gidermeye
başlayıncaya kadar. Ağzımız açık kaldık öyle, derken bir başka çocuk da aynı
şeyi tekrarladı, çevremize bakındık, bizden başka olaya dikkat eden yoktu. Açıkçası
biz bayağı yadırgamıştık; ama İspanyollar için köpek yapıyorsa, çocuk da yapar
prensibi işliyordu sanırım.
Güneşin batışını
izledikten sonra karnımızı doyurmak üzere Sol Meydanı’na geri döndük ve bir
başka ilginç seremoni ile karşılaştık. Sol Meydanı şehrin en popüler meydanı
olduğu için her gün ya bir eğlence, ya da bir anma töreni var. Madrid’deyken
bir gecenin boş geçtiğini görmedik. Bu kutlamaların yanında da bir dolu insanı
unutmamak lazım tabii… Biz geçerken ise bir anma töreni vardı, her yerde mumlar
vardı; ama ne için düzenlendiğini anlayamadık törenin.
Bu arada yeri gelmişken ekleyelim. 0km
noktası Sol Meydanı’ndan geçmekteymiş; ayrıca şehrin simgesi sayılan ayı
heykeli de yine bu meydanda bulunuyor.
Ertesi gün soluğu, görmeyi en heyecanla
beklediğimiz América Müzesi’nde aldık. Sonuç olarak Güney
Amerika’ya gitmeden Mayalar, Aztekler ve İnkalar üzerine bir müze bulmak pek
kolay değil. Biz de Madrid’deki bu fırsatı değerlendirdik. :)
İlk resimde yanlış
hatırlamıyorsam Azteklerden kalma bir takvimi görüyorsunuz; sonrasında deniz kabuklarından
yapılmış bir müzik aleti, iki heykel, müze binası, geleneksel bir kutlama
kıyafeti ve son olaraksa bir mumya görmektesiniz.
Bu arada söz müzelerden açılmışken
belirteyim, Madrid’e uygun bir zamanda gitmeniz halinde (mesela bizim gibi cumadan-salıya
dört günlük bir gezi yapabilirsiniz.) hemen hemen tüm müzeleri ücretsiz
gezebilirsiniz. Nitekim bizim girdiğimiz tüm müzeler ücretsizdi.
Bu ara notu da verdikten sonra devam
edeyim. Bu resimde görmekte olduğunuz tak, şehrin zafer takı imiş. Amerika
Müzesine çok yakındı.
İtiraf etmeliyim sonrasında indiğimiz
metro istasyonunda para atılarak çiçek alınabilen makinaları görmek bana zafer
takından daha ilginç gelmişti. J
Metro ile şehrin biraz
dışında kalan başka bir parka gittik; bu sefer bir kayık kiralayıp parkın
ortasında bulunan gölde biraz keyif yaptık.
Akşam çökmeden önce bir yer bulup, “Bir
de yerinde Paella yiyelim” diyerekten bir restorana yönlendik. Şansımıza İspanyolca
dışında dil konuşamayan; ancak çok güzel Paella yapan bir mekân bulduk. Sol
meydanına yakın bir yerlerdeydi restorant, hem arkadan hem önden girişi vardı
(ancak dışarda oturmak isterseniz daha fazla para ödemeniz gerekiyor); ismini
hatırlayamıyorum (tesadüfen ismini buldum lokantanın: Meson Cinco Jotas. Pek
çok şubesi var anladığım kadarıyla. Bizim gittiğimiz Sol meydanına yakın olandı).
Bir sonraki gün, bir değişiklik
yaparak, İspanya’ya eskiden başkent olarak da hizmet etmiş olan ve asıl ününü
Yüzüklerin Efendisi filmi için kılıçlar hazırlayarak kazandığı öne sürülen, Madrid'e trenle 35-40 dakika mesafedeki Toledo’ya bir ziyaret yaptık (bilet ücretleri yaklasik 20-25euro idi). Ziyaretimiz oldukça güç koşullarda gerçekleşti;
öncelikle tren bileti almak için girdiğimiz kuyrukta 1 saatten fazla bekledik
ve tren kaçırdık; ikinci olaraksa Toledo sokaklarında yoğun güneş ışınlarına
maruz kaldık.
Gerçekten de, her ne kadar tarihi
dokusu güzel bir yer olsa da, Toledo yazın gidilmemesi gereken bir yer; çünkü
sokaklarda güneşten kaçabileceğiniz bir yer neredeyse mevcut değil. Mevcut
olanlar da genellikle diğer turistler tarafından kapılmış oluyor. Eğer
Toledo’ya yolunuz düşerse tarihi binaları gezmek dışında ne yapabilirsiniz pek
bilmiyorum. Biz sokaklarını arşınlamakla geçirdik zamanımızı.
Toledo’da sıcağın yanı sıra Arap etkisi
de kendini daha fazla hissettiriyordu. Mimaride bunu görmek olasıydı. Son
resimde bir camii görüyorsunuz.
Toledo’dan birkaç kare daha:
Aslında Toledo’daki en önemli mekânlardan biri katedrali; özellikle çeviri açısından çok önemli bir kütüphaneye sahip. Ancak sanıyorum o zamanlar indirimli bilet 16€ civarıydı ve vermekten vaz geçtik. Sonradan aklıma geldi çeviri hareketlerinin başlamasında oldukça öncü bir yer olduğu, artık kışın gezmeye gidersek düşünürüm :)
Toledo’yu ziyaretimizle birlikte Madrid
gezimizi de bitmiş oldu.
Her ne kadar sıcaktan kavrulmuş olsak
da zevkli bir gezi yapmış olduk. Eğer siz de sıcaktan bunaldıysanız ve tren
garının yakınlarındaysanız, genellikle sulanan palmiye bahçesinde biraz olsun
rahatlayabilirsiniz.
Ya da bir köpek kadar rahat olmayı
isteyebilirsiniz.
Tüm sıcağa rağmen sokaklarda para
kazanmaya çalışan insanları da unutmamalı...
Ve tabii ki hayatımda ilk defa para
atılarak çalıştırılan elektronik mumları görmemi sağlamış, içerisinde en az 4
tane büyük ekran lcd televizyonun bulunduğu Almudena Katedrali
ve zaman kalmadığı için gezemediğimiz Kraliyet Sarayı’nı (Palacio Real) da unutmamak
lazım.
Yalnız siz siz olun, Madrid’yken grev
olup olmadığı iyice araştırın, yoksa son gün grev yüzünden metrolara binemeyen
kalabalığın yollara akın ettiğini, tüm trafiği kitlediğini ve havaalanına
gitmenin neredeyse imkânsız olduğunu deneyimleyebilirsiniz. Eh bu da pek
eğlenceli bir deneyim değil. Biz az kalsın uçağı kaçırıyorduk, “neyse ki”
uçağımızda 3 saat kadar rötar yaptı da istesek de kaçıramayacağımızı gördük :)
Iyi eglenceler!
0 yorum:
Yorum Gönder