10 Şubat 2015 Salı


ERASMUS günlüklerine Portekiz’in incisi Lizbon ile devam ediyorum.

2010 Haziranında ERASMUS’dan arkadaşlarımla birlikte 6 günlüğüne Lizbon ve Madrid’e gittik. Gezimizin ilk durağı Lizbon’du. Lizbon’da geçirdiğim 3 gün boyunca kendimi adeta evimde gibi hissettim. Bunun önemli sebebi ise Lizbon’un hem coğrafya, hem de insan yapısı olarak Türkiye’yi andırması idi. Şehrin iki yakası arasından geçen boğaz ve köprü adeta İstanbul Boğazı’ndan bir manzarayı hatırlatırken, aslında şehrin genelinde bir İzmirlilik vardı. Gerek bina yapıları, gerek ılıman iklimi, gerekse şehrin yüksek ve alçak kısımları arasında ulaşımı sağlamak için kullanılan asansörü ile bana en çok İzmir’i anımsattı.

Lizbon, diğer Avrupa şehirlerinin çoğuna göre büyük bir şehir ve şehrin bir ucundan diğer ucuna yürümeniz pek kolay değil; ancak otobüs ve metro hattı gelişmiş olduğundan, şehir içinde ve yakınında yer değiştirmeniz zor olmayacaktır. Bir kereye mahsus olarak 1,5 euro’ya bir kart satın aldıktan sonra günlük sınırsız dolduruş kişi başına 1,6 euro gibi bir ücret. Böylece şehirde rahatça gezebilirsiniz (bu fiyatların 2010 için geçerli olduğunu unutmayalım. Şimdiye artmış olabilir).

Lizbon’da en çok hoşunuza gidebilecek şey, şehrin merkezine yakın plajlar ve ucuzluk. Gerek ulaşım, gerekse yemek-içmek olsun, Lizbon Avrupa’daki başkentlerin en ucuzudur herhalde. Üstelik hemen herkesin de gayet güzel İngilizce anlaşabiliyor olması bir turist olarak bizi sevindirdi (çünkü İspanya deneyimlerimizden sonra Portekiz’de de kimsenin İngilizce konuşamayacağına karar vermiştik).

Cenevre’den sabahın köründe bindiğimiz uçağımız 3,5 saatlik bir yolculuğun ardından saat 13 gibi Lizbon havalimanına indi (Not: Portekiz İngiltere ile aynı saat diliminde. Yani Cenevre ile 1, Tükiye ile 2 saat fark var). İlk işimiz elbetteki hostelimize gidip yerleşmekti. 3 gece boyunca ikamet ettiğimiz hostel, hem çok ucuzdu, hem de çok konforluydu. Kaldığımız iki kişilik oda hergün temizleniyor ve havlular bile değiştiriliyordu. Lizbon gürültülü bir şehir olmasına rağmen, hostelde gürültü problemi de çekmedik.

Hostel’de verdiğimiz kısa moladan sonra soluğu Oceanarium’da aldık. Adından da anlaşılabileceği üzere Oceanarium, okyanusta yaşayan canlıların bulunduğu dev bir akvaryumdu. Giriş ücreti biraz tuzlu olmasına karşın, (Öğrenci kartıyla kişi başı 12 euro idi.) çok eğlenceliydi. 

Oceanarium'a Dışarıdan Bakış
Oceanarium’da çok fazla fotoğraf çektim. Ancak hepsini buraya sığdırmama imkan yok, o yüzden seçtiğim bir kaç tanesini paylaşamak istedim. Özellikle dev akvaryumda bulunan canlıların renkleri inanılmazdı.




Keyfinden geçilmeyen susamuru :D









Akvaryumu temizleyen bir dalgıç


Bu denizanaları fosforluydu. Karanlık bir oda da bulundukları için biraz güç oldu fotoğraflamak




Hemen akvaryumun yanı başınada düz bir güzargah üzerinde, manzara seyretmek amaçlı kurulmuş teleferiklere binebilir, ya da bizim gibi sadece fotoğrafını çekebilirsiniz. En başta “İlerde dağ falan da gözükmüyor ki nereye tırmanıyor bu teleferikler...”diye düşünürken sonradan kavradık ki, sadece okyanusu seyretme amaçlı kurulmuşlar.













Yine Oceanarium’un kıyısından okyanusa doğru bakarken göreceğiniz “Ponte Vasco da Gama” (Vasco da Gama Köprüsü) ise 17,2kmlik uzunluğu ile Avrupa’nın en uzun köprüsü ünvanına sahip. Nitekim sonunu görmeye çalıştığınızda pek başarılı olamıyorsunuz. Üzerinde araba sürmek nasıl bir duygu olur, hiç düşünemiyorum.

Köprünün bir ucu...
...Bu da görünmeyen diğer ucu.
Akvaryum gezimizin ardından birşeyler yedikten sonra (Bu noktada bir not düşeyim, herhangi bir restorantta, siz söylemeden ikrammış gibi masaya getirilen; peynir, ekmek, tereyağı gibi aperatifleri yemeden evvel bir kere daha düşünün; çünkü fiyata dahiller Türkiye’deki gibi değil. Ayrıca menüde gördüğünüz yemek fiyatları KDV’siz değerler olabilir; gözden kaçırmayın, düşündüğünüzden çok daha pahalıya çıkabilirsiniz.) kısa bir tur atmak üzere şehir merkezine geri döndük.

Portekiz kaşifler ülkesi olarak da biliniyor. Özellikle Vasco da Gama, yaptığı keşiflerle ülkenğin milli kahramanı sayılıyor (İspanya ile kaşifleri paylaşmakta güçlük çektiklerini de sözlerimizie ekleyelim. Hele bu konuyu bir İspanyol ile konuşursanız bayağı hararetli bir tartışmanın ortasına düşebilirsiniz). Deniz ve okyanus üstünlüklerinden ötürü olsa gerek, şehrin, özellikle merkezin, hemen her köşesindeki sokak lambasının üstünde bir gemi maketi görmek olası.



Merkezdeki Eden tiyatro binası


Gar binası. İnsan önden bakınca içinde trenler olabilirmiş gibi gelmiyor :D
Gar binasını da geçip, iyice şehir merkezine indikten sonra solumuzda gördüğümüz São Jorge Kalesi’ni kendimize hedef seçtik ve ağır adımlarla bizi kaleye götürmesini beklediğimiz yokuşu çıkmaya başladık. Her ne kadar kale yakın gibi gözükse de, gerek ara ara yokuşu bizimle birlikte çıkmaya çalışlan tramvayları fotoğraflamaktan, gerekse yolu bulamayışımızdan olsa gerek, kaleye iki saatte çıkamadık. 



Erkek vatandaşların işini kolaylaştıracak açıkhava tuvaletlerinden bir örnek..



Kaleye giriş 4-5 euro gibiydi. “Buraya kadar çıkmışken görelim bari”, diyerek kaleye girdik. Gerçekten de kalenin içinde görecek birşey olmamasına rağmen, kalenin bahçesinden manzara inanılmazdı. Tüm merkezi tepeden görmenize olanak sağlayan bahçeden, aynı zamanda İstanbul’daymışsınız etkisi yaratabilecek boğaz fotoğrafları çekmeniz de mümkün.

Aşağıda, sahilde Baixa meydanı



Karşı kıyıdaki İsa Heykeli bu yakadan da oldukça net gözüküyordu.



Yine bir dip not düşelim, Lizbon da tıpkı İstanbul ve Roma gibi 7 tepe üzerine inşaa edilmiş bir şehir. Belki de benzerliğin bir kısmı bundan da kaynaklanıyordur.

Kaleden sonra şehir merkezine dönerken yine fotoğraf çekmeyi ihmal etmedik. Özellikle biz gelmeden bir kaç gün önce kutlanan St. Antonio günü sebebiye tüm sokaklar konfetiler ve bayraklarla süslenmişti.


Zorlu yokuşlardan sonra sahil şeridine inmeyi başardığımızda ilk durağımız, kaleden de net bir şekilde gördüğümüz Downtown (Baixa) meydanında gitmek oldu. Şansımıza güneşin de batışa geçmesiyle oluşan renk cümbüşünde, bir de kıyıdan, bu sefer Salazar Köprüsüne (ya da bir diğer adıyla 25 Nisan köprüsü) karşı fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik. Kaleden çektiğim fotoğraflarda da gördüğünüz üzere Salazar Köprüsü, iki kıyıyı bağladığı boğaz üzerinde adeta Boğaz Köprüsünü andırıyor; ancak yapılırken baz alınan plan San Francisco’daki Golden Gate Köprüsü'imiş.



İlk günün sonunda oldukça gezmiş ve yorulmuş bir şekilde, yemek yiyecek bir yerler ararken ara sokaklarda karşımıza Santa Justa's Asansörü çıktı. Santa Justa’s Asansörü de tıpkı İzmir’deki asansör gibi, kot farkından doğan yüksekliği yürümemek için yapılmış. Biz çıkmadık, ama tepesinden manzaraya da bakılabiliyormuş.

 Asansörü’de gördükten sonra, gar binasının arkasında bulunan dik merdivenlerde bir restoranta oturma kararı aldık. 

Sangria (İçine meyve katılmış şarap) eşliğinde Paella (Bir nevi pirinçli deniz mahsülleri yemeği) yemeğe karar verdik. Aslında hem Sangria hem de Paella İspanyolların geleneksel yemek ve içecekleri; fakat bir de Portekiz’de deneyelim dedik.



23 Haziran günü, Lizbon’daki ikinci günümüzde Belem’e gitmeye karar verdik. Belem, Lizbon’a bağlı; fakat şehir merkezinin biraz dışında kalan bir mahalle. Lizbon’a gitmişken es geçmemeniz gereken bir yer çünkü gezecek çok fazla şey var. Bunların en başında da Belem Kulesi geliyor. İçeriye giriş biraz tuzlu olsa da yine Belem’de bulunan manastırı da kapsayan kombine bileti alırsanız ekonomik bile olabilir.

Belem Kulesi’ne gelmeden önce sahil şeridinde keşifler heykelini de görebilirsiniz.


Belem Kulesi:





Kuleden sonra Jerónimos Manastır’ına doğru yürümeye başladık. Bu arada ilginç de bir açıkhava sergisine rastladık yolda. Sergide dünyanın çeşitli yerlerinden aile pozları koymuşlardı. Türkiye’den de Ürgüplü bir aileyi seçmişler.


Serginin amacını pek anlayamamış olsak da fotoğraflara baktıktan sonra yolumuza devam ettik.

Her ne kadar gün ortası gittiğimiz manastırda güneş fotoğraf çekmeyi biraz zorlaştırsa da, Jerónimos Manastırı oldukça güzeldi. Manastıra bağlı büyükçe de bir kilise vardı tabii ki.










Belem’i ziyaretimizden sonra tekrar hostelimize döndük. Birşeyler atıştırdıktan sonra bu sefer de trenle Belem’in de daha ilerisinde bulunan plajlara gitmeye karar verdik.

Fazla vaktimiz olmadığı ve fazla da yer bilmediğimiz için şehir merkezine en yakın plajlardan birinde inip okyanusa adımımızı atmaya karar verdik. Zaten bir adımdan fazlasını da atamadık okyanusa; çünkü inanılmaz soğuk bir suyla karşılaştık. Şansımıza biz plaja geldiğimizde rüzgarın da başlaması, suya giremememize tuz biber ekti.

 2-3 Saatlik plaj ve gidiş dönüş çilesinin ardından tekrar merkeze döndük ve akşam yemeği faslına geçtik. Yine bir nevi İspanyol adeti olsa da, pek övülen bir tapas restornanına gittik. Ancak sanırım tapasın ne olduğunu anlayabilseydik, hiç gitmezdik. Tapas dediğiniz şey bildiğiniz meze ve tabağına en az 5-6 euro bayılmak zorunda kalıyorsunuz. Biz 4 kişi, 3’er tabak söyledik yani hepsi birbirinden farklı 12 tapasımız oldu; ancak tabaklardaki miktar o kadar azdı ki, bir tabağı 1 kişi paylaşmak imkansızdı, resmen aç kaldık. Fakat 'tapas'lara bi sürü para bayılınca da sonrasın da gidip başka birşeyler yemeğe gönlümüz elvermedi öğrenci halimizle. Mahsun bi şekilde otelimize döndük.

Tapas restoranına giderken yolda çektiğim birkaç fotoğraf ve tabakların büyüklüğünün anlaşılabilmesi için restoranttan bir kare:








Elbette yine bir dünya kupası vakti yollardaydık
Yine de Lizbon hakikaten görülesi bir yer ve anlattıklarıma bakıp çok pahalı bir şehir izlenimine kapılmayın, çünkü öyle değil. 







Ayrıca gitmişken Lizbon’a çok yakın olan ve bir masal diyarını andıran Sintra’ya da uğramayı ihmal etmeyin. Sintra hakkindaki yazima buradan ulasabilirsiniz: Sintra :)

İyi gezmeler !

0 yorum:

Yorum Gönder