14 Ocak 2015 Çarşamba


ERAMUS’da kaleme alıp yayınlamadığım yazılarıma İsviçre’nin İtalyanca konuşulan kısmına (Ticino’ya) olan gezilerimle devam ediyorum. Okumanın kolay olması açısından, üç şehrin ismiyle andığım üç bölüme böldüm yazıyı. Bakalım 2010’da Ticino’da durumlar nasılmış :)

Lugano



Nisan ayının başında İtalya’da geçirdiğim Paskalya tatilimin sonunda, Milano üzerinden dönüşe geçmiştim. Milano’dan sonra sırasıyla Lugano, Locarno ve Luzern güzergahını izleyerek Cenevre’ye dönüş yaptım. 

Lugano İsviçre’nin İtalyanca konuşulan bölgesinde kalan küçük bir göl kasabası aslında. Şehirde park ve göl kıyısı dışında gezecek hiçbirşey bulamadığımı söylersem neden yaşamak için Cenevre’ye göre kat kat sıkıcı bulduğumu biraz anlayabilirsiniz sanırım. Yine de şirin bir yer Lugano ve gezip gördüğüme sevindim.


Milano’dan sonra vardığım Lugano’yu tam anlamıyla gezmek sadece bir öğledensonramı aldı. Sonrasında da Lugano’da konakladım gece için. Kaldığım hostel gerçekten çok şıktı bina olarak. Nitekim içinde bayağı kalabalık odalarda kalıyorsunuz  (18 kişi bir arada gibi) ama yine de şansıma ses yoktu ve rahattı. Yanlış hatırlamıyorsam odalar kadın/erkek karışık ancak o da herhangi bir sorun yaratmadı.

Lugano’ya öğle vakti vardım ve gelir gelmez ilk işim garın hemen arkasında bulunan hostelime yerleşmek oldu. Yanlış hatırlamıyorsam ismi Hotel&Hostel Montarina idi. 


Fazlalık eşyalarımı bıraktıktan sonra şehir merkezine doğru inmeye başladım. Buarada oldukça güzel manzaralarla karşılaştım. Kış yeni yeni bittiği için dağların üzeri kar kaplıydı; fakat havada kara inat pek güzel, günlük güneşlikti.




Lugano’nun merkezine inmeye başladım dedim; çünkü Lugano tepelik bir alana kurulmuş halde ve göl kıysındaki merkeze gitmek için bayağı yokuş inmeniz gerekiyor. Eğer zorlanacağınızı düşünüyorsanız inerken veya çıkarken finüküleri kullanabilirsiniz. Ben binmediğim için ne yazık ki fiyatları hakkında bilgim yok. Ancak size yokuştan kaynaklanan kat farkına ilişkin bir fotoğraf gösterebilirim:


Tren garının yakınında bulunan finüküler yolu
Bu da şehrin bir başka noktasındaydı
Merkeze inince gezecek müze aradım; ancak listede müze diye görülen yerlerin hep sergi salonu olduğunu ve gittiğim sezonda ya boş ya da ilgimi çekmeyen sergiler olduğunu gördüm. O yüzden günümü genellikle göl kıyısında oturarak ve çevredeki küçük parkta yürüyüp fotoğraf çekerek geçirdim. 

Parktan göl manzarası. Burada da Lozan'daki gibi araba şeklinde pedallar ve Cenevre'deki gibi küçük bir Jet d'Eau vardı. 
Çevrede pek çok ilginç heykel vardı. Neden dikildiklerini ya da neyi sembolize ettiklerini çözemedim. Yakınlarında da herhangi bir açıklama gözükmüyordu.



Lugano küçücük bir yer olmasına rağmen hemen hemen tüm diğer İsviçre şehirleri gibi bir casinoya sahipti.

Binası pek de güzel değildi.
 Lugano’da pek çok kilise vardı, fakat özel olarak örneğin Venedik’deki gibi hepsinde gezilip görülecek birşeyler olduğunu düşünmüyorum.

Ayrıca burada oldukça ilginç insanlar yaşadığını düşünmeden edemedim, kim evinin tepesine ağaç diker ki :)


O ağacın köklerinin nereye gittiğini merak etmeden edemedim. Küçük olsa tamam, ama koskoca ağaç bu :)

Locarno



Locarno’da tıpkı Lugano gibi İsviçre’nin İtalyanca konuşulan bölgesinde kalan bir şehir. Bana Lugano kadar sempatik görünmese de yine de Lugano’ya göre yapacak daha çok şey vardı. Locarno’da da çok uzun kalmadım. Sabahtan geldiğim şehri öğlen 2 gibi terk edip Luzern’e geçtim. Saat 2’ye kadar ise ilk önce “Castello Visconteo”yu yani Visconteo Kalesi’ni gezdim. Oldukça küçük olduğundan gezmem uzun sürmedi. İçinde küçükçaplı bir müze vardı. Şehirden ve kaleden çıkartılan eserleri görebileceğiniz bir nevi arkeoloji müzesi idi.



Yine kale binasına bağlı olan bir de sinema ve tiyatro afişleri müzesi vardı. (Ya da o an için geçici olan bir sergiydi tam anlayamadım o kısmını.) Hemen her afiş oyuncuları tarafından imzalanmıştı.


Locarno meydanı. (Gerçi meydan demeye şahit ister, pek küçüktü, görüldüğü üzere. Ben cadde zannetmiştim. ) :


Locarno da tıpkı Lugano gibi tepeliğe kurulu. Ayrıca göl kıyısındaki yapılaşmada neredeyse aynıydı.





Locarno’ya gitmişken görmeden geçmemeniz gereken bir yer “Santuario della Madonna del Sasso”. Yani Madonna del Sasso Manastırı diye çevirebiliriz sanırım. Bu manastra yürüyerek çıkmak mümkün; fakat bunun oldukça yorucu olacağını düşünüyorum. O yüzden size tavsiyem şehir merkezinden hareket eden finüklere binip yukarı kadar çıkmanız olacaktır.

Sağ taraftaki sarı bina manastır binası
Bu da biraz daha tepeden manzara



Madonna del Sasso’da indikten sonra ikinci finüklülere de geçerek çok daha yukarıdan Locarno’yu görebilirsiniz; ancak benim ne vaktim ne de param kalmıştı ikincisi için ve dönüş için zamanım olsaydı kesinlikle yürüyerek inmeyi seçerdim, hele ki bir de arkadaşlarım varsa yanımda. Çünkü belki tek başınıza yürümek için pek de güvenli bir parkur değil.


Locarno’yu bu kısa ziyaretimden sonra dönüş yolunda uğradığım son şehir olan Luzern’e doğru yola koyulmak üzere trene bindim.

Luzern


Luzer'in meşhur Kapellbrücke köprüsü
Lugano ve Locarno’dan sonra Luzern’de bu sefer Almanca ile karşılaştım; çünkü Luzern İsviçre’nin “İsviçre Almancası” konuşulan kesiminde kalıyor. Ayrıca kendisi, yanlış bilmiyorsam, İsviçre Federasyonuna katılan ilk şehir.

Luzern elbette özellikle Lugano ve Locarno’ya göre oldukça büyük ve kalabalık bir şehir. İki günümü boş şehirlerde geçirdikten sonra kısmen büyük bir şehre gelmek beni oldukça duygulandırdı. J

Luzern’de trenden iner inmez karşınıza üzerinde saat olan olan bir tak çıkıyor. 


Takın diğer tarafına geçtiğiniz anda da göl karşınıza çıkıyor. Luzern’in göl trafiği oldukça yoğundu.


Göl kıyısında biraz mola verip manzarayı seyrettikten sonra ilk olarak, önceden de gitmeyi planladığım Alpineum müzesine gittim. İsimden de tahmin edebileceğiniz üzerine Alplerle ilgili bir müze, ama kısmen. Daha çok Luzern’in arkeolojik ve coğrafi geçmişi hakkında bilgilenebileceğiniz bir müze diyebiliriz. Bu müze sayesinde bir zamanlar Luzern’de göl değil, deniz olduğunu ve pek çok tropikal balık yaşadığını öğrenebilirsiniz. Nasıl sıcaktan soğuğa ve sonrasında günümüz iklimine dönüldüğünü kabaca görebilirsiniz. Buralarda yaşamış olan balık ve kabuklu canlıların ya da palmiye ağaçlarının fosillerini de yine bu müzede görmeniz mümkün.

Örneğin bu kayaların üzerindeki çizgiler bize Luzer'in 20 000 yıl önce buzullarla kaplı olduğunu gösteriyor

Bölgede kışın oldukça yoğun yaşandığı zamanları betimlemek üzere oluşturulmuş bir dağ evi ve dağ evinden görülmesi olası manzara.


Yine aynı müzenin içinde bulunan tahta kuleye çıkıp, az da olsa Luzern’i tepeden görmek mümkün.

Ayrıca şehre ait bilgiler edinebileceğiniz bir de bina bulunuyor müzede. Bu binada şehrin çeşitli tarihlerdeki yapılaşmasını gösteren maketler ve Almanca konuşulan İsviçre kesiminin bir nevi simgesi olan ayı peluşlarının bulunduğu odaları görebilirsiniz.

Ayrıca müzede Luzer'in çeşitli maketleri de bulunuyordu
Fakat müzede en çok sevdiğim bölüm hiç kuşkusuz aynalar labirenti idi. Kısa bir labirent olmasına rağmen oldukça eğlenceliydi.

Müzeden çıktıktan sonra ya da öncesinde hemen müzenin yanında bulunan Luzern aslanının taştan oyma kabartmasını ve önündeki göleti görebilirsiniz.


Luzern’e vardığımda zaten saat öğleden sonra 3-4 civarı olduğu için Alpineum dışında bir müze gezemedim. Zaten gezmek için not da etmemiştim. Alpienum’dan çıktıktan sonra yaklaşık 1 – 1,5 saatte bir şehir turu attım. Şehirde tur atarken Kapellbrücke (ya da Fransızca ismiyle Pont de la Chapelle sanırım) köprüsünden geçmeyi ihmal etmeyin. Bu tahta köprüden geçerken, iç kısımlarda eskiden kalma pek çok resim görebilirsiniz.



Şehirdeki evlerin dış cepheleri inanılmaz süslüydü



Şehirden birkaç kare daha:

  


Luzern’deki bu kısa gezimin ardından yaklaşık üç saatlik tren yolculuğundan sonra Cenevre’ye geri döndüm. 


0 yorum:

Yorum Gönder