14 Temmuz 2014 Pazartesi


Heidelberg’den ulaşımı rahat olan bir diğer nokta ise Stuttgart idi. İki şehir arası trenle sadece 45dakika sürüyor. Tek problem, Stuttgart’da ne yapacağınızı bilememek.


Aslında sonradan (ilk vardığımızda büro kapalıydı) turist bürosundan aldığımız planda şehrin yakınlarında pek güzel yerler olduğunu gördük, ancak bizim oralara gidebilecek kadar vaktimiz yoktu. Öte yandan şehir genel olarak sanayi üzerine kurulu olduğundan gezebileceğiniz iki önemli müzesi var biri Mercedes’in, diğeri de Porsche’nin araba müzesi. İki müzeye de metro yoluyla ulaşılabiliyor, ancak tam tersi istikametlerdeler. Bir de biz gittiğimizde günlerden pazardı ve pek sık metro yoktu, dönüş biletimizi de göze alarak iki müzeden birini seçmemiz gerekiyordu, biz de seçimizi Mercedes’den yana kullandık. 


Dışarıdan küçük gözükse de oldukça büyük bir müzeydi
Aslında en başta iki müzeyi de görebileceğimizi düşünüyorduk. Ancak Mercedes Müzesi’ne gidiş dönüş metroyu dakikalar boyunca beklemek zorunda kaldığımızdan en az 1,5 saat sürdü. Üstüne bir de müzede 4 saat kalınca Porsche’ye zaman kalmadı haliyle.

Mercedes Müzesi’nde beni en çok etkileyen şeylerin başında asansörler geliyordu. Gezinize en üst kattan başlıyor, sonra yavaş yavaş aşağı iniyorsunuz. Bu yüzden gişelerden geçtikten sonra direkt asansöre bineceksiniz. Asansörlerin havası tıpkı 70lerin uzay çağı filmlerinden fırlamış gibiydi. Pek hoşuma gitti.


Asansörler aşağı yukarı giderken, onlarla birlikte kısa filmleri de duvarda izlemek mümkün
 Karl Benz’in 1886’da başlattığı yolculuğun izlerini taşıyan pek çok araç müzedeki yerini almış.





İlk Fransa bisiklet turu 1903

Elbette Mercedes'in sembolü de değişiklikler göstermiş. Genel olarak 3 çizginin her biri "hava", "kara" ve "su"yu temsil ediyormuş. Her koşulda çalışan motorlar :)
Mercedes'in üretmediği şey yok gibi

Müzenin çevresini dolanan yollara örnek

Elbette müzenin tavanı Mercedes amblemi şeklinde


1960'larda yol kenarlarında arabaların geçişini izleyen aileler
Müzedeki bir diğer güzellik ise her iki katta bir karşınıza çıkan çeşmeler. Böylelikle su ihtiyacınızı karşılayabiliyorsunuz.


Aşağıdaki fotoğrafta iki araba görmektesiniz. Arkadaki araba, içerisinden çıkan kablolar sayesinde öndeki arabanının performansını ölçüyormuş.


Elbette müzede herkesin tanıdığı Jurassic Park filminde de kullanılan jip ve 1980’de Papa için tasarlanan Papamobil’de bulunuyordu.



Yarış arabalarına değinmeden geçmek olmaz...

Kazalara anında müdahale edebilecek araçların da yarış arabaları kadar iddialı olması gerekiyor







Dileyenler için 4 euro karşılığında binebileceğiniz bir yarış simulatörü de koymuşlar. Böylece kendinizi Formula’da gibi hissedebilirsiniz. Biz de denemeyi düşündük ancak hem kuyruk olduğundan, hem de açlıktan baygınlık geçirdiğimizden binmekten vazgeçtik.




Sanıyorum dileyenler için müzenin alt otoparkında ücret karşılığı son model arabaları da kullanmak mümkün.  Hatta müze girişinde de bir kaç tanesi hazır bulunuyor. Ancak ne kadar olduğunu sormadık.

Böylelikle müzeyi terk ettiğimizde saat 14 civarıydı. Hemen metro istasyonuna gitsek de uygun bağlantı için 45 dakika beklemek zorunda kaldık. Çevrede yiyecek satan herhangi bir büfe falan olmadığından açlıktan ölmek üzereydik.

Şehir merkezine dönünce ilk iş sonunda öğle tatilinden çıkmış olan turist bürosuna gidip bir plan edindik. Bu sırada da çevredeki afişlerden bir İstanbul festivali düzenlendiğini gördük.



Böylelikle “Türklerin olduğu yerde yemek vardır“ diyerek yürüyerek 10 dakikalık mesafedeki meydana vardık. Meydan çeşitli yiyecek içecek ve el işi stantları ile çevrilmişti. Ortaya kurulan sahnede ise halk oyunları gösterisi vardı. Konuşan insanlar olsun, ortam ve müzikler olsun, kendimizi adeta Küçük Çamlıca’ya düşmüş gibi hissettik.




Sonunda daha açlığa daha da fazla dayanamayarak kendimizi gözleme standına attık. Kaç aydır canımızın çektiği gözlemeyi bulmak ilaç gibi gelmişti. Sıra bize geldiğindeyse ilginç bir durumla karşılaştık. Benim  “Neli gözleme vardı“ cümleme karşılık bana garip garip bakan kadın Almanca bir şeyler söyledi. Benim de Almancam olmadığından İngilizce cevap verdim. Fakat  kadının İngilizce de bilmediği anlaşılınca “Türkçe bilmiyor musunuz?“ diye tekrar üsteledim. Ancak "Kartoffel... Kartoffel.." cevabından başka bir cevap alamadım. Güç bela bir peynirli, bir de ıspanaklı gözleme sipariş edip beklemeye başladık. Bu arada siparişi verdiğim kadın, önümde beklemekte olan yaşlıca bir teyze ile Türkçe olarak sohbet etmeye başladı “Bugün de ne çok yabancı geldi. Geliyorlar soruyorlar İngilizce anlamıyorum. Arapça da çok geldi...“ Bunu duyar duymaz tekrar atladım tabii “Ben Türkçe sormuştum ama siz Almanca cevap verince Türkçe bilmediğinizi zannetmiştim“ dedim. Kadın biraz da şok olarak “Aaa sen Türkçe mi konuştuydun, ben İngiliz sandım seni“ dedi. Önümdeki yaşlı teyzede “Kızım burası Türk standı zaten, ama ben de İngiliz sandım seni“ dedi. Türkçemin pek de İngiliz aksanına kaydığını düşünmesem de, kadıncağız hem sıcaktan, hem gelen bir sürü insandan bunalmış olacak, aklı oldukça karışmıştı doğal olarak.

Sonunda gözlemeleri mideye indirdiğimizde biraz olsun kendimize gelmiştik.

Çevrede gezecek ilginç bir yer bulamadığımızdan bir süre sokaklarda turladık.





Herhalde Türkiye'den sonra yurtdışında simit didikleyen güvercin görülebilecek tek yer Almanya :)
Çevrede, havanın güzelliğinden de olsa gerek pek çok aktivite, gösteri ve mini konser vardı
Elbette şehrin yer yerinde Mercedes'in hatırlatan bir şeyler bulmak mümkün :)
Sonunda da istasyona yakın bir parkta bir süre mola verdik.


Stuttgart bize oldukça sakin bir şehir gibi geldi. Pek turistik olayı olmasa da sanıyorum ki yaşamak için ideal sayılabilecek bir yer. Her ne kadar sanayi şehri dediysem de şehrin merkezi derli toplu, öyle sağda solda koca koca fabrikalar yok. Daha çok şehrin dışına kurulmuşlar. Turistik plandan da gördüğümüz kadarıyla çevresinde keşfedilebilecek bir kaç şato da bulunuyordu.

İyi gezmeler :)

0 yorum:

Yorum Gönder