19 Mayıs 2015 Salı



Sanırım Amerika gezimizin en zevkli ayağına geldik. Her ne kadar New York gibi pek çok etkinliği içinde barından bir şehir için fazla vakit ayıramamış olsak da, 4 gün (hatta 3 buçuk) belli başlı yerleri fazlaca koşturmadan gezebilmemiz için yeterli oldu.

Şimdiye kadar pek çok kişiden New York ve İstanbul arasındaki benzerlikleri dinlemiştim, bir de kendi gözlerimle görmüş olmak değişik oldu. Yine de belirteyim, New York’la İstanbul’un kalabalık ve etkinlik bolluğu dışında pek de ortak noktası yok gibi geldi bana. Hatta pek çok yönden İstanbul çok daha ferah gözüktü gözüme. New York’da, elbette merkezi oluşturan Manhattan kısmında, kalabalık bazen fazlasıyla can sıkıcı olabiliyor, bir süre sonra üstünüze üstünüze gelmeye başlayan gökdelenler de cabası. Bir kere gölge ediyorlar, güneşi engelledikleri için hava sıcak olabilecekken bile soğuk etkisi yaratıyor, hatta fazladan rüzgara bile sebep olduklarını düşünüyorum :D Bu arada küçük bir karşılaştırma için, şu anda şehrin en yüksek gökdeleni ünvanını elinde bulunduran One World Trade Center 541 metre, eski şampiyonlardan Empire State Bulding 381 metre ve Türkiye’nin en yüksek binası İstanbul’daki Sapphire ise 235 metre. Neyse her yerde bulunabilecek genel bilgilerle fazla akıl karıştırmadan kendi gözlemlerime geçeyim :)


Dediğim gibi biz yaklaşık 4 gün geçirmiş olduk New York’da o yüzden aşağıya da bu gezimizi dört günlük bir planmış gibi yazmaya karar verdim. Hem böylece program yapmakta zorlananlara da yardımcı olmuş olurum belki.

Programa geçmeden önce genel bilgiler vereyim. Biz Baltimore’dan New York’a trenle (Amtrak) gittik. Yolculuk yaklaşık 3 saat sürüyor. Biletler Philadelphia - Baltimore biletlerinden -nedense- çok daha ucuzdu. Belki sürümden kazanıyorlardır :p Yine de biletleri önceden almakta fayda var. Tren New York’un merkezi Manhattan’a kadar giriyor. Sonrasında ulaşım için en mantıklı seçenek bir “Metro Card” edinmek. Tek yön 2,5$, 7 günlük kart ise 30$. Biz doğrudan 7 günlük kart aldık, böylesi çok daha ekonomik ve rahat oldu. Metro Card dışında bir de New York City Pass var. Şehrin belli başlı yerlerine ücretsiz ya da indirimli girmenizi sağlıyor. 1, 2, 3, 5, 7 veya 10 gün geçerlilik süresi var. Sanıyorum en düşük ücret 120-150$ gibi bir şeydi. Biz Özgürlük Heykeli, Empire State Bulding ve Rockefeller Center’ın tepesi, MoMA gibi müze, anıt ve seyir noktalarının içine girmektense dıştan bakmayı yeğlediğimizden bu kartı satın almadık. Ancak ola ki bahsettiğim yerin hepsine ve birkaç müzeye daha girmeyi düşünüyorsanız NY City Pass da makul bir seçenek gibi gözüküyor.

Bir de otel problemi var. New York’da makul fiyata kalacak yer bulmak gerçekten de imkansız. En azından merkezde yani Manhattan’da. Size tavsiyem biraz daha dışta olsa bile Brookly, Queens hatta New Jersey’e bakmanız. Oralardan ulaşımın da oldukça rahat olduğunu duydum. Booking.com gibi sitelerin yanı sıra Airb&b gibi evlerini/odalarını kiralayan insanların olduğu sitelere de göz gezdirmeniz yararlı olabilir. Ancak herhalükarda geceliği 90usd’yi gözden çıkarmak gerekiyor gibi hem biraz merkeze yakın olsun, hem de eli yüzü düzgün bir yer olsun diye bakınca. Ayrıca otellerin fiyatlarını not ederken dikkat edin, internette çıkan fiyatlara kdv dahil olmuyor genellikle. Gördüğünüz fiyatın üstüne ortalama bi’ %15 daha eklemeniz gerekebilir.






Gelelim kısaca günlük programlarımıza :)

1. GÜN
New York’daki ilk günümüz trenin şehre varma saatine paralel olarak 12:00 gibi başladı. İlk hedefimiz kalacağımız yeri bulmaktı. Neyse ki genel olara NY’da yönünüzü bulmanız inanılmaz kolay. Bir kere şehirdeki her cadde ve sokak birbirine paralel ve birkaç istisna dışında hepsi numaralandırılmış. Böylelikle gideceğiniz bir sokağın yönünü karıştırmanıza olanak yok, ayrıca numaralara bakarak gideceğiniz sokağın sizden ortalama ne kadar uzakta olduğunu da tahmin edebiliyorsunuz.

Kalacağımız yere yerleştikten sonra ilk işimiz Boston’a gitmek için binmeyi planladığımız otobüslerin kalkış istasyonunu bulmak oldu. - İstasyona giderken meşhur sosislilerden de bir iki tane kaptık tabii, boyutları küçük ve yaklaşık 3$- Biz otobüs terminali ararken karşımıza sadece cadde boyunca sıralanmış otobüsler çıkınca biraz şaşırdık tabii. Üstelik etrafta ne bir bilet gişesi, ne de bir sorumlu vardı. Mecburen biletleri internet üzerinden almamız gerektiğine kanaat getirdik.



Bu arada fark ettik ki, otobüslerin beklediği caddenin hemen içinden eski demiryolu hattı, High Line başlıyor. High Line artık trenlere hizmet vermiyor, bu yüzden bir yürüyüş parkuru olarak düzenlenmiş. Hatta ara ara üzerinde kafelere bile rastlamak olası. Biz dediğim gibi W 34th Street’den High Line’a girdik ve neredeyse sonuna kadar 22th ya da 21’e kadar yürüdük. Yol W16th Street’de son buluyor (ya da o yönden girecekler için “başlıyor” diyelim :) ). Oldukça zevkli bir yoldu, gitmişken tamamına vaktiniz yoksa bile bir kısmını görün derim. 





Plan. (Kaynak)
High Line’dan sonraki durağımız One World Trade Center (İkiz kulelerin yerine dikilen yeni Dünya Ticaret Merkezi) ve hemen yanındaki 9/11 Anıtı’ydı.  Elbette yürümedik, metroya bindik :D OWTC’a aşağıdan bakarken ne kadar yüksek olduğunu anlayamayabiliyor insan, ancak ilerleyen fotoğraflarda gerçekten de açık ara NY’un en yüksek gökdeleni olduğunu göreceksiniz. 9/11 Anıtı gerçekten de etkileyiciydi, boşluk hissini gerçekten de veriyor insana. Ayrıca kendisi oldukça büyük bir bir anıt. Dilerseniz 9/11 hakkında gezebileceğiniz bir de müze bulunuyor.



Anıttan sonra, bu sefer yürüye yürüye, çevredeki önemli noktaları gezmeye başladık. Bunlardan ilki Trinity Church (Trinity Kilisesi) idi. Oldukça hoş bir yapıya sahip olan bu kilise, sonrasında diğer yerlerde de göreceğiniz üzere binalar arasında sıkışıp kalmış. (Bu noktada fotoğrafla ilgilenenler için bir not düşeyim, imkanınız varsa yanınıza geniş açı lens almadan New York’a gitmeyin, yoksa hiçbir binayı kadrajınıza sığdıramazsınız, hele hele böyle sıkışıp kalmış binaları sığdırmak geniş açı için bile zor olsa da büyük kolaylık gerçekten :D )





 Trinity Church’ün hemen ön kapısına bakan sokak meşhur Wall Street.



Wall Street inanılmaz dar bir sokak. Hele bir de güvenlik şeridine alınan New York Borsa binasını hesaba katınca sokakta yürüyecek yer neredeyse yok.

Daracık daracık sokaklar.... :D
Borsa..
Sokakta biraz ilerleyip Federal Hall’i görmeden geri dönmeyin. Dizi, film jeneriklerinde sanki önünden koca cadde geçiyormuş gibi gözüken bu binanın da daracık bir sokakta koca koca gökdelenler arasında karşıma çıkacağını hiç düşünmemiştim.


Bu noktada bir sonraki hedefimize ulaşmadan önce bir şeyler atıştırmaya karar verdik. Hemen Trinity Church’ün köşesinde bir market/fastfood dükkanına girip karnımızı abur cuburla doyurduk. Ardından da Staten Island Feribot İskelesine doğru yürüyüşe geçtik. 

Ara ara bisiklet kiralayabileceğiniz noktalar göreceksiniz, ama tam olarak nasıl çalıştığını bilmiyorum, denemedik.
İşte bizim girmek için vakit bulamadığımız ama size tavsiye edebileceğimiz bir diğer müze: National Museum of the American Indian
Gerçekten de ara ara çok hoş metro girişleri vardı.
Şehrin her köşesinde görebileceğiniz zıtlıklara bir diğer örnek
Peki bu feribota gitmemizin amacı neydi. Elbette Staten Island’la falan ilgilenmiyorduk, hatta orada görecek bir şeyler olduğundan da şüpheliyim. Asıl amacımız ücretsiz, ama olabildiğince yakından Özgürlük Heykeli ve Manhattan adasını gökdelenleriyle birlikte görebilmekti. Evet yanlış duymadınız, bir noktadan diğerine yaklaşık olarak 20 dakikada giden bu feribota binmek ücretsiz. O yüzden kaçırmayın derim :D Biner binmez üst kata çıkıp sağ veya sol yandan yer kapabilir veya herkesin binmesini bekleyip sonrasında ön ya da arka güverteye çıkabilirsiniz. Bu arada belirtmiş olayım, aslında bu feribotların önü ve arkası yok. Çift taraflı işliyor. Böylece geminin dönmek için manevra yapmasına gerek kalmıyor.

Feribotun kalkmasını beklerken uzakta (çok da uzak değil ya..) Brooklyn ve köprüsü
Hareket eder etmez etrafımızı taramalı tüfekli polisler sardı, hep mi böyle, bizim bindiğimize has mıydı bilemiyorum...
New Jersey tarafına bakış
Brooklyn tarafına bakış
Yarı yolda bir de NYPD bize eşlik etmeye başlar...
İşte bindiğimiz feribotlar böyle bir şey...
Özgürlük Heykeli'nin New York sınırları içinde bulunmadığını biliyor muydunuz? Kendisi New Jersey eyaletinde kalıyor.
Özgürlük Heykeli... Yanımdaki Fransız kafilesinin "aaa ne kadar küçükmüş yahu, bizim Paris'deki kadar" diye hayretlerini gizleyemeyerek konuştuklarına tanık oldum. Hakikaten de çok yüksek değildi. Hele altında o büst olmasa göremeyeceğiz gibi...
 Staten Island’da gezmeyi düşündüğünüz bir yer yoksa gemiyi terk ettikten sonra (inmek zorunlu), hemen yan salona geçip geldiğiniz gemi ile gerisin geri Manhattan’a dönebilirsiniz.


Staten Island'dan Manhattan'a bakış. Evet, OWTC açık ara önde
Feribottan Manhattan'a bakış


Biraz deniz havası aldıktan sonra, feribottan da gördüğümüz Brooklyn Köprüsü’ne çıkmaya karar verdik. Hava kararmaya başladığından Brooklyn tarafına kadar yürümedik, ancak köprünün girişinden ilk ayağa kadar yürüdük. Yanlış okumadıysam Brooklyn Köprüsü şehirdeki tek taş köprüymüş. Köprü iki katlı. Alttan arabalar geçerken, üst kısımdan da yayalar ve bisikletler geçebiliyor. Ne yazık ki yoğun turist ve bisiklet akınında köprüde yürümek oldukça güç. Yine de üstüne çıkmayı ihmal etmeyin :)


Yürüyeceğiniz yol bu kadarcık, beyaz çizgiyle ayrılan sol kısım bisikletler için, ama girmeyin ezebilirler..
Arabalar alttan geçiyor.
Köprüler...köprüler...köprüler.. :)
Köprüden Manhattan'a bakış


Yavaş yavaş dönüşe geçerken ilk önce Madison Square Park’da metrodan inip hem parka göz gezdirdik - tam olarak neden sergilendiğini anlayamadığımız, fanus içinde taşlar vardı parkta-, hem de Flatiron Bulding’i görmüş olduk.


Fanus içinde taşlar... Ne olduğunu anlamasam da hoş gözüküyorlardı
Flatiron Bulding
Bu da meydandaki bir başka gökdelen

1902 yılında inşası tamamlanan Flatiron Bulding Broadway ve 5. Cadde’yi (5th Avenue) birbirinden ayırıyor. İsmi ise, bina ütüye benzediği için Flatiron olarak adlandırılmış (bkz. Flatiron’un İngilizce “ütü” anlamına gelmesi).


Yine 5. Cadde üzerindeyken Flatiron’dan yüzünüzü tam tersi istikamete çevirirseniz Empire State Bulding’i göreceksiniz.


Hazır Broadway’in üzerindeyken bari Times Meydanı’nı da bir görelim diyerek yürümeye başladık. Ancak tabii yürünecek yol değil, hele bir de yorgun ve açsanız. (Ayrıca ters yöne doğru yürüyorsanız da Times’a gidemezsiniz.. Nitekim biz ters yürüyormuşuz. Union Square’e çıkıp “neredeyiz yahu?” diye sorgulamaya başlayınca fark ettik :D Neyse ki hemen metroya atladık ve Times Meydanı’na ulaştık.)



Times Meydanı'nın metro durakları bile ışıklı :)
Elbette her yerde dev ekranlar kurulu. Zaten metro durağından dışarı çıkarken anlıyorsunuz Times'a geldiğinizi, gece değil gündüz sanki :)





Times’ı da gezdikten sonra artık dermanımız kalmamıştı. Açlıktan ölüyorduk, o yüzden W 42. Cadde üzerinde gözümüze ilk kestirdiğimiz, self servis pizza vs. satan bir restorana girdik ve geceyi böylece kapatmış olduk. :)

 2. GÜN
İkinci gün “dün yarım günde o kadar çok şeyi yaptıysak, bugün daha beter gezeriz” diyerek yollara düştük.

İlk durağımız (kalan günlerimizde Paskalya Tatili’ne gireceğinden) B&H fotoğraf mağazası oldu. Özellikle fotoğrafla ilgileniyorsanız burası uygun fiyatlara pek çok şeyi bir arada bulabileceğiniz büyük bir mağaza. Yaklaşık 2-3 katlı ancak geniş bir alana yayılıyor. Fotoğraf dışında elektronik, bilgisayar, cep telefonu vs. gibi ürünleri de bulmak söz konusu. Mağazanın sahibi ve pek çok çalışanı Yahudi, bunu kesinlikle bir hakaret olarak söylemiyorum, aksine mağazada çalışan herkes konusunda uzman ve sizi gerçekten de iyi yönlendiriyorlar. Her şey çok düzenli. Sadece mağazaya girince etrafınızda pek çok şapkalı, lüleli, siyahlar içinde adam görünce şaşırmayın ve ayrıca mağazayı ziyaretinizden önce herhangi bir dini bayrama denk gelip gelmediğini kontrol edin diye söylüyorum. Buna Şabat da dahil. Yani cumartesi günleri mağaza kapalı. Ayrıca tatil günlerinde internet sitelerinden online alışveriş yapabilme imkanınız olsa bile cuma akşamları ve cumartesi günleri çalışmadıklarından istedikleriniz de kargoya teslim edilmiyormuş, aklınızda bulunsun.

B&H’ın çalışma prensibini bir kenara koyarsak eğer fotoğraf çantasına, lens vs. gibi küçük ekipmanlara ihtiyacınız varsa hepsini bu mağazada oldukça uygun fiyatlara bulabilirsiniz. Ancak lensler için emin olamıyorum. En azından İsviçre fiyatlarıyla karşılaştırınca orijinal 1. el lenslerde fiyatlar arasında en fazla 100 frank fark çıkıyordu, o yüzden ben ABD’den lens almaktan vaz geçtim. Üstelik aldığınız lensler garanti kapsamı dışında kalıyor, en azından Avrupa’dan alınca Avrupa garantisi pek çok ülkede geçiyor. Aklınızda bulunsun.

B&H’dan sonra yine Times Meydanı & Broadway’e döndük; çünkü burayı hem gece hem de gündüz gözüyle görmeniz gerek. İkisi arasında gerçekten de fark var :)



Disney oyuncakçısının içi... İnsanın canı çocuk olmak istiyor vallahi :)
Gezerken bir yandan da alışveriş yapalım diyerekten bir Yankee Store’a uğrayıp -hayatında beyzbol maçı izlememiş adamlar olsak da- bir iki bir şey aldık ve “Thanks to be a fan” tezahüratları arasında mağazayı terk ettik. Bu noktada yine not düşeyim, Amerika’dayken çok fazla Amerikalı ile temasım olamadı, ancak konuştuklarımın hepsi “aman iyi ki maça gitmiyorsunuz, çok sıkıcı oluyor” dedi. Kim gidiyor bu maçlara bilemedim :p Biz gerçi ne kadar sıkıcı olursa olsun gitmeyi düşünüyorduk, ancak henüz sezon açılmadığından maç yoktu Yankees’in sahasında. Neyse, beyzbol işlerinden sonra “kot pantolonda çok ucuz dedilerdi” diyerek bir iki mağaza dolaştık, ancak cep yakan fiyatları görünce “İstanbul dururken ne buradan alacağız yahu, çok daha ucuza daha kalitelisini buluruz” alışveriş yapmayı kısa kestik ve yine Times Meydanı’nda bulunan Bubba Gump Shrimp’e girip karnımızı doyurduk.

Kaldığımız yere geri dönüp elimizdeki üç beş parça eşyayı bıraktıktan sonra bu sefer de Central Park için yollara düştük. Parka girmeden önce John Lennon’un öldürülüşüne kadar yaşadığı Dakota Bulding’i fotoğraflamayı da unutmadık.


Central Park gerçekten de büyük bir park. Öyle yarım saat - bir saatte gezilip bitirilebilecek bir park değil (tüm ayrıntıları görmek istiyorsanız). Ayrıca düz ayak bir park da değil. İnip çıkabileceğiniz pek çok yükselti var parkta. Göletler de cabası. Yine de bana süper rahatlatıcı gelmedi ortamı. Belki de henüz ağaçlar yeşillenmediğindendir nereye baksam karşımda yine o koca binalar vardı. Her şey de griydi, parkın ortasından geçen asfalt yolu saymıyorum bile, insanlar koşabilsinler, bisiklet sürebilsinler diye yapıldığı belli ama daha hoş ve doğal malzemeler kullanabilirlermiş gibi geldi bana. Ancak dediğim gibi benim gözüme parkın pek de hoş görünmemiş olmasının 3-5 sebebi olabilir: Ağaçlar daha yeşillenmemişti, parkı gözümde çok büyütmüştüm, şuanda zaten dağların ormanların arasında yaşayan biri için küçük bir parkmış izlenimi vermişti vs vs... Tabii İstanbul’la karşılaştırmaya gidersek elbette muhteşem bir park, ayrıca koca koca gökdelenlerin arasında soluklanabileceğiniz başka parklar da var. İstanbul’daysa otoyolların ortasından başka yeşil alan bulmak imkansız olacak yakında... Neyse fazla nostaljik oldu yazının bu kısmı :D Park güzel, gidip görün, ördekçikler, uçan yaban kazları ve CSI New York’ların birinde muhakkak gördüğümüz ufak köprüler var. Tuvalet de var isterseniz, ücretsiz :)




Şatosu bile var :)




Uçan kazlar...


Parkın meşhur faytonları
Elbette Amerika'nın kalanında olduğu gibi New York'da da sincaptan geçilmiyor :)


Etrafta pek çok çeşme vardı, ancak kış henüz bitmiş sayılmadığından kapalıydılar.
Parkın diğer köşesinden çıkarken cam küp şeklindeki Apple Store’a da bakmadan geçmedik. 



Sonraki hedefimiz Roosevelt Island’a giden teleferikleri gözlemlemekti, ancak teleferiğin yakınına giden metro hattının kapalı olduğunu gördük. Sonrasında yürümek için ayaklarımızda derman kalmadığından gitmemeye karar verdik.


Cam hizasında olduğu için öncelikle atı görmek nasıl hissettiriyordur acaba :)
Çöp kamyonları bile ayrı havalı burada :p


Geceyi de “çok pahalı olmasın, ama manzarası olsun, terası olsun ama açık olmasın(çünkü hava soğuk)” diyerekten Rare Bar&Grill’de bitirdik. Biz restoran kısmı da terasta sandığımız için opentable.com adresinden yer ayırtmıştık. Meğer restoran giriş katındaymış, sonrasında dilerseniz terastaki bara çıkabiliyorsunuz. Bara giden asansörün girişinde kimlik kontrolü vardı, sanıyorum diğer pek çok yerde de aynı şey söz konusudur. Üzerinde doğum yılınız olan bir kimliği yanınızdan eksik etmeyin. Bu arada opentable’ı hem restoran/bar bulmak, hem de yer ayırtmak için kullanabilirsiniz. Siteye üye olmak ücretsiz. Rezervasyonda da herhangi bir sorunla karşılaşmadık.

Oturduğunuz yerden Empire State'i görebiliyorsunuz

3. GÜN
Hem hava pek güzel olmadığından, hem de her ayrıntıyı görme hevesimizden oldukça hareketli, indi/bindili bir gün geçirdik. İlk durağımız Chrysler Building idi.


Kendisine aşağıdan selam verip, hemen yakınındaki  Grand Central Terminal’e (Tren Garı) yöneldik. Ben artık çalışmıyor sanıyordum ancak trenler ve insanlar gidip geliyormuş. Pek çok büyük salon var içeride. Oldukça hoş ve tarihi bir bina.








Şirin bir taksi durağı :)
Gardan sonra New York Halk Kütüphanesi’ne uğrayıp 5. Cadde’deki Simit Sarayı’na geçtik :D






Ne yazık ki büyük okuma salonu yenileme çalışmaları sebebiyle kapalıydı.

Simit Sarayı’nda bir şeyler atıştırdıktan sonra metro ile Rockefeller Plaza’ya gittik. Dilerseniz Empire State Bulding gibi Rockefeller’ın da tepesine çıkabiliyorsunuz. Sanırım fiyat olarak biraz daha ekonomik. Plazanın öndeki meşhur buz pateni pistini ve meydanın hemen köşesindeki Lego mağazasını da fotoğraflayıp St. Patrick’s Katedrali’ne uzaktan göz kırptık.

Buz pateni pisti ve Rockefeller Plaza... Yağmur sağ olsun biraz ıslatmışız lensi..
Rockefeller Plaza'nın içindeki ayakkabıcı... Aslında pek çok yerde gördüm de sadece burada fotoğraflayabildim koca koca sandalyelerde ayakkabılarını cilalatanları :) Özel de bir ismi vardır sanırım bunların ama unuttum...
Lego'dan dev ejderha :)
Ayrıca Rockefeller ve önündeki meydanın da bir benzerini legolarla yapıp mağazaya koymuşlar :)
New York taksileri ve St. Patrick's Katedrali
Sakın! Sakın ama sakın aklının şöyleee ufacık bile olsa ucundan geçireyim deme... Sakın park etme :D
Gerisin geri geldiğimiz metro istasyonuna dönüp bu sefer de Amerikan Doğal Tarih Müzesi’ni görmek için Central Park yönüne doğru yol aldık.

Yaklaşık yarım saat yanlış kuyrukta bekledikten sonra (müzenin iki girişi var. Biri ana cadde üzerinde, biri metro çıkışına yakın yan cadde üzerinde. Yan giriş sizi doğrudan müzenin astronomi ile ilgili kısmına yönlendiriyor. Ana giriş ise hayvanlar ve dinozor kemiklerinin olduğu kısma açılıyor. Elbette müzenin içinde de iki bölüm arasında geçiş olanağı var) müzenin paralı olduğunu öğrendik. Oysa tıpkı Washington’daki gibi ücretsizdir diye düşünmüştük. Meğer sadece ana girişteki 3 dinozor iskeletini görmek ücretsizmiş, geri kalan için yetişkin 22, öğrenci ise 17 dolar sanırım. Biz gittiğimizde cuma öğleden sonra idi ve içeride inanılmaz kuyruk vardı. En mantıklısı biletlerinizi önceden, internet üzerinden satın almanız. Mümkünse hafta sonu dışında bir vakit seçin çünkü cuma günü bile içeride nefes almak zordu. Bedava olmadığını fark edebilseydik ve gezecek başka günümüz olsaydı gelip görmek istiyorduk, çünkü dünyadaki en büyük dinozor kemiği koleksiyonu bu müzede bulunuyormuş. Sağlık olsun artık başka sefere :D




Müzedeki hayal kırıklığının ardından bir şeyler atıştırmak üzere Central Park’da mola verdik. 


Akşama NBA maçına gideceğimizden kendimizi artık daha fazla yormayalım diyerekten son olarak parka yakın Opera binasını da dıştan gördükten sonra kaldığımız yere geri döndük.


Belki Beyzbol maçına gidemedik, ama çok daha eğlenceli ve gitmeyi istediğimiz bir başka aktiviteyi gerçekleştirmiş olduk ve akşamleyin NBA maçına gittik. Brooklyn Nets evinde Toronto Raptors’u ağırlıyordu. Maç Barclays Center’daydi. Elbette akşam yemeğimizi maçı seyrederken yedik. Maç, 114’e 109 Brooklyn Nets üstünlüğüyle bitti. Maç oldukça heyecanlıydı, ancak maç dışında seyircileri seyredip o ortamı yaşamak da hayli keyif vericiydi. Hatta seyircilerin çoğunun sırf şov için geldiğini, basketle alakaları olmadığını düşünüyorum o derece :) Her molada çalan müziklerle coşan insanları görmek bir hayli ilginçti. Ponpon kızlar sadece 2-3 kere kısa kısa sahne aldılar. Pek göz önünde değillerdi, ben tam tersi düşünmüştüm.  Bu arada molalarda sadece müzik yoktu, aynı zamanda seyirciler arasında olduğunuz için ödül tişört kazanabilirsiniz (tişörtleri bazuka vari bir mekanizmayla seyircilere atıyorlar :D ). Bu arada gecenin meşhuruna (bkz. savaş gazisi ya da kahraman polis) da iki arada bir derede madalya vermeyi ihmal etmiyorlar. Biz gittiğimizde kahraman polis X. ödülünü alıyordu. Tabii Kiss Cam gibi aktiviteleri de unutmayalım... Neyse ki biz en en en üstte oturuyorduk da bu tarz olaylar bizi bulmadı :D Bu arada belirteyim, maçı en üstten izlememize rağmen hiçbir açı sorunuyla karşılaşmadık. Evet kuleye tırmanır gibi yukarı tırmanıyorsunuz ve gerçekten de sahaya uzaksınız, ama çok da uzak hissetmiyorsunuz kendinizi, maça gidecekseniz düşünebilirsiniz, ucuza (sanırım 20 dolardı , tabii maçına göre değişiyor fiyatlar) bilet bulabilirsiniz.
Toronto Raptors vs Brooklyn Nets
Maçtan bir kare
'Hero of the game'
Maçtan bir kare
Ponpon kızlar
Haydi herkes ayağa, eller havaya :D

 

Kiss Cam:
 

Biraz gürültü yapalım:
 

Tişörtler atılırken:


Ponpon kızlar:

4. GÜN - SON GÜN
New York’da son günümüzü “şuaraları da görebilirsek fena olmazdı” diye geze geze geçirdik. İlk durağımız şehrin ücra köşesi Bronx idi.

Yankee Stadium
Edgar Allan Poe'nun Bronx'daki evi (Sonunda bi evini gördük ya artık gam yemem :D ) Eskiden Bronx'daki her ev böyleymiş, şimdi çevresinde buna benzeyen başka ev yok, tek başına bir parkın içinde duruyor.

Bronx'dan dönerken metroda sürekli gördüğüm, ama abartı olduğunu düşündüğüm uyarının da gerçekliğini görmüş oldum. Kamerayı açmam biraz uzun sürdü, iyi çekemedim, o yüzden internetten bulduğum başka bir videoyu paylaşıyorum. Benim gördüğüm bu kadar abartı değildi, ama buna yakındı :D

"Demirler güvenliğiniz içindir, yeni moda alışkanlıklarınız için değil" (en azından böyle bir anlama geliyor..) Kaynak

Bronx’dan sonra tekrar şehrin merkezine dönüp Chinatown ve Little Italy’i arşınladık. Gerçekten de Chinatown’da banka isimlerinden, sokak isimlerine kadar her şey Çince. Evlerin mimarisi bile Çin’e benziyor, taaa Çin’e gitmeden film çekmek gerçekten de olası.










Chinatown’un ortasında kalan Little Italy ise tam bir Mafya cenneti. En azından bize öyle geldi... Pizzacının kapasında içeri buyur eden adam bile girsek kesecekmiş gibi bakıyordu :D



Paskalyanın geldiğini en iyi İtalyan mahallesinde anlıyorsunuz :)

Bu da Chinatown'dan sonra denk geldiğimiz Adalet Sarayı..
Son durağımız ise Brooklyn’di. Eh Brown stone house kavramını görmeden dönmeyelim dedik, gerçi Baltimore’da da pek çok örneğini görmüştük. İçlerini de görsek daha değişik olabilirdi. Gerçekten de hoş evler. Pek hoşumuza gitti bizim Brooklyn, New York’da yaşamak gerekseydi bu kısmı seçerdik herhalde (gerçi Queens kısmına gitmedik, orası nasıl tam bilemiyorum)

Brooklyn'den Manhattan







New York’daki son akşam yemeğimizi ise 10. Cadde üstünde (W 42 ve W 46 sokakları arasında) bir İtalyan lokantasında yedik. Her ne kadar servisi yapan herkes İspanyol ve servis de biraz yavaş olsa bile yemekler güzeldi. Yalnız dikkat edin, bizim gittiğimiz restoranda servis fiyata dahildi, bu gibi durumlarda ekstradan bahşiş bırakmaya gerek yok diye okuduk.

Biz Yapamadık ama Siz Yapabilirsiniz...
Peki bizim NY’dayken yapmaya fırsat bulamadığımız, ama size önerebileceğimiz şeyler neler bir bakalım...
  • Tablolar ve sanat ilginizi çekiyorsa (hatta belki çekmiyorsa bile) Modern Sanat Müzesi’ne (MoMA) gidin. Yetişkin 25 $, indirimli 14 $ diye okumuştum.
  • Ulaşım Müzesi’ne (Transit Museum) gidin. Özellikle çocuklu aileler için oldukça eğlenceli olduğunu işittim. Yeri Brooklyn’de.
  • Bizim kaldığımız binada gökdelen olduğundan şehri kısmen ayaklarımızın altında gördün terasına çıkınca, eğer sizin böyle bir şansınız yoksa çıkabildiğiniz kadar yüksek başka bir binaya çıkıp bakın derim. Bu Rockefeller, Empire State ya da herhangi bir teras bar/restoran olabilir (Empire state’in son katına kadar çıkmanın 50$ civarı olduğu düşünülürse ters restorana gidip kısmen aynı fiyata bir şeyler yemek daha keyifli olsa gerek :D ).
  • Yankee Stadium’da bir beyzbol maçı izleyin.
  • Harlem’de jazz dinleyin.
  • Yine Harlem veya Bronx’daki kiliselerden birinde pazar ayinine katılıp koroyu dinleyin. İnanılmaz neşeli oluyormuş diye duydum, ama gözlerimle görmedim bilemiyorum. Ayrıca hangi saatte gitmeli, ya da özellikle gitmek gereken bir kilise var mı bu aktivite için bilemiyorum. Araştırmak gerek :)
  • Brooklyn’deki Proespect Park’a gidin. İçindeki botanik bahçesini de gezmeyi unutmayın.
  • The Coney Island Cyclone’u görün, dilerseniz binin. Kendisi ahşap bir roller coaster, yalnız dikkat edin oldukça yaşlı olduğu için ara sıra durabiliyormuş. Mesela biz New York’a adım atmadan bir hafta kadar önce sezon açılışını yapmış ve yaptığı gibi de ilk hareketinde üzerindekileri tepede mahsur bırakmıştı. Biraz da o yüzden binmekten vaz geçtik :p
  • Bronx’daki Hall of Fame for Great Americans’ı gezip tarihteki önemli Amerikalıların büstlerini ziyaret edin. Giriş ücretsizmiş.
Bunlar da ABD gezimizle ilgili diğer yazılarım, ilginizi çekebilir (başlıklar açıldıkça bağlantılar aktif olacaktır.)

0 yorum:

Yorum Gönder