Geçen hafta
İsviçre'deki ikinci Sonisphere maceramı yaşadım. Tabii siz şimdilik ilkini de
bilmiyorsunuz. O yüzden iki yıl öncesine dönüp önce ilk deneyim hakkında bilgi
vereyim.
Yıl 2010,
aylardan haziran. Sonisphere biletimizi önceden almışız, "nasıl olsa
haziranda hava da güzel olur, bir gece önceden gidip kamp alanında kalırız,
ertesi gün de rahat rahat seyrederiz konserleri" demişiz. Sanırım
haziranın 12'si falandı, konser Zürih'e yakın kırsal bir alandaydı, Cenevre'den
trene binerken de hem hayat, hem hava çok güzeldi. Gel gör ki Zürih'e
yaklaşırken hava giderek kapıyordu. Nitekim inmemiz gereken durakta indik,
fakat o kadar küçük bir yere inmiştik ki, yanlış geldiğimizi düşünerekten
çevredeki bir kaç görevliye konsere nasıl ulaşabileceğimizi sorduk. Aldığımız
cevap doğrultusunda tekrar bir başka trene binmemiz gerektiğini öğrendik.
Neyse, beklenen tren geldi ve bindik. Hava da yavaş yavaş kararıyordu. Peki ne
olsa beğenirsiniz? Tren, inmemiz gereken durakta durmadı, Saint Gallen'e devam
etti. Böylece İsviçre sınırındaki St. Gallen'i de görme şansını elde ettik,
üstelik sağanak yağmur altında (!). Baktık olacak gibi değil, otel bulup burada
kalalım bari dedik; fakat bulduğumuz bilgilendirme
bürosu çoktan kepenkleri
kapatmıştı. Biz de mecburen camekana yapışık olan bir kaç oteli çaresizce
aramaya başladık. Gerçi en başka umudumuz vardı, ama sonradan yok oldu. Bir
kere aradığımız hiçbir otel almanca dışında yabancı dil bilmiyordu. İngilizce,
Fransızca, İtalyanca, hatta Türkçe bile denememize rağmen uygun dile
ulaşamadık. Ulaşabildiklerimizde de yer yoktu. Bunun üzerine "Zürih'e mi
dönsek acaba" diye düşünmeye başladık ve bir şekilde bir kaç otel
numarasına ulaştık, fakat hiçbiri talebimizi kabul etmedi, çünkü en az bir gün
önceden rezervasyon yapmış olmamız gerektiğini söylediler. Yani nasıl bir
mantıksa artık, otel boş olsa bile kabul etmiyorlardı demek ki.
Sonuç olarak
gerisin geri festivalin yapılacağı köye döndük trenle. Zaten köyde otel motel
yoktu. Mecbur kamp alanına gittik. Mecbur diyorum çünkü Cenevre'ye dönüş
trenleri de bitmişti saat itibariyle. Böylece azgın yağmur, karanlık ve çamur
içerisinde kendimize bir yer bulmaya çalıştık. En az yarım saatlik aramadan
sonra ufak bir alan bulabildik ve çadırımızı kurmaya başladık, ama rüzgar ve
yağmur çok zorluk çıkartıyordu. Böylece bir 45 dakika daha geçirmiş olduk.
Sonunda çadıra girdiğimizde, çadır su almamasına rağmen içerisi çamur ve su
dolmuştu çünkü bir ıpıslaktık. Yanımıza aldığımız yedek kıyafetlerin içeracısı
halinden bahsetmiyorum bile.
Böylece sabahı
getirdik. Zaten uyuyamamıştık gerçi, o yüzden sabah 6 da uyandık demek biraz
abes olur. Yanımıza aldığımız ufak şeyleri yiyip yağmurun dinmesini bekledik 1
saat kadar. Ama dinmiyordu. Dinse, belki biraz üstümüzü başımızı kurutacaktık.
Sonuç olarak çaresiz bir şekilde biraz hava almak için çadırdan dışarı çıktık.
Ve korkunç bir manzara ile karşılaştık. Eğer bu manzarayı gece görmüş olsaydık,
eminim çadır madır kurmazdık.
Bir kere her yer
çamurdu (yağmur da devam ediyordu), öte yandan çadırırının önüne çıkan
işiyordu. Aman allahım, artık hepatit mi olacaktık, başka birşey mi acaba? Tüm
gece tuvaletten beter bi yerde uyumuştuk demek ki. Artık dayanacak gücümüz
kalmamıştı. Zaten yemek alanı diye gösterilen yerlerde de hiçbirşey yoktu, aç
da kalmıştık. Başladık çadırı toplamaya ve konserlerin hiçbirini seyretmeden
Cenevre'ye döndük. Elbette bayıldığımız paralar içimize oturdu, ancak işin
ucunda feci şekilde hasta olmak vardı (hem hava durumu yüzünden, bir türlü
kuruyamamıştık, tir tir titriyorduk; hem de hepatit vb olma riski vardı). Eve
dönünce güzelim spor ayakkabılarımı ve çoraplarımı çöpe atmak zorunda kaldım,
öyle bir çamur hakimdi, siz düşünün. Zaten üzerimizdeki çamurla bizi trene
kabul ettikleri için de şanslıydık.
Gelelim bu yılki etkinliğe,
Geçen yıl nasıldı
bilmiyorum, ama iki yıl öncesine göre bu yıl biraz daha eli yüzü düzgündü
festivalin. Biz de daha tedbirliydik tabii ki. Yanımızda şemsiye, ceket,
ayakkabılara geçirmek için poşet falan götürdük. Gel gör ki bu sefer de deli
gibi güneş vardı. Neyse ki festival başında çıkan bir kaç grubu izlemekten
vazgeçmiştik, yoksa bu sefer de güneş yanığı olacaktık.
Bu sefer ki
konser alanı Yverdon-de-bain idi. Lozan'a, doğal olarak da Cenevre'ye
yakındı.İçeriye girmeye çalışırken sahnede Mastodon vardı. İçeriye girmeyi
başardığımızda da Slayer için sahneyi hazırlıyorlardı. Güzel çimenlerin üzerine
geçip Slayer dinledik biraz. Sonra susadığımızı fark ettik. İçecek birşey almak
kabus gibiydi, hedefimize ulaştığımızda Slayer sahneden inmiş Motöhead
çıkıyordu. Buarada akşamüzeri olduğu için yiyecek birşeyler de almaya karar
verdik. Neyse ki yemekleri aldığımızda Motörhead henüz sahneden inmemişti.
Motörhead'den
sonra sahneye çıkması beklenen Metallica için biraz daha önlere doğru
ilerledik. Saat 20:30'da sahne alması gereken grup 15dk rötarla, 20:45 gibi
sahneye çıktı. Keyfimiz yerindeydi, güzel bir konser geçirdik, nitekim 22:30 da
bitecekti konser, böylece biz de Cenevre'ye gitmek için bineceğimiz son trene
ulaşabilecektik (kendisi 22:53'de idi). Ama bir bis, iki bis, bisler bitmiyordu
Metallica'da; gösteri pek güzeldi ama çıkmalıydık, herhalde bizim gibi düşünen
bir kalabalıkla birlikte trenlere gitmek için olan kapıya yöneldik, ama o da
ne? Görevliler konser bitmeden kapıları açmak istemiyordu. Hatta James Hetfield
bile dalga geçti "milleti esir aldık, bir şarkı daha çalıp
kapatıyoruz" diye. Gerçi hiçbirimiz istemiyorduk konseri terketmek ama
trenin hareket etmesine 10 dakika kalmıştı. Başladık daha uzakta bulunan diğer
kapılara koşmaya. Koş koş koş... Bitmiyordu. Bir yandan da tıkanıp duruyorduk,
çünkü 5-6 saattir su falan içmemiştik. 5 dakika... 3 dakika... 1 dakika. Bir
ümit koşuyorduk, trenin vakti gelmişti artık, biz de gara varmıştık ama diğer
perondaydı tren. Başladık tekrardan koşmaya. Neyse ki şuurumuz kapanmışcasına
koştuğumuzu gören bir kondüktör (ya da belki de "lütfen lütfen" diye
bağrındığımı gördü) trenin kapısını tuttu da kendimizi içeri attık. O anki hislerimi
sadece ben bilirim sanırım. Nefesim kesilmişti. Ne yazık ki trende su satan bir
yer de yoktu. Mecburen Lozan'daki aktarmayı bekleyecektik.
Lozan'da
indiğimizde bir de ne görelim? Hiç vakit kaybetmeden tekrar koşmamız
gerekiyordu. Biz de yine perondan perona koşmaya başladık ve trenin 4 dakika
rötarla geleceğini öğrendik. Hemen peron çevresinde su satan bir makina aradık
ama bulamadık (işte o anda Türkiye'yi ne kadar özlediğimi bir kere daha
anladım. İstanbul'da falan olsak kesin bir sucu çocuk gelirdi yanımıza 'abla su
vereyim mi?'derdi, üstelik o anda 10 şişe su alma kapasitem vardı).
Derken bizim tren
geldi, bindik. Ama maceramız henüz sonlanmamıştı. Şu 4 dakikalık rötar yüzünden
evimize giden son tramvayı kaçırma riskiyle karşı karşıyaydık. Yine de şansımız
vardı. Ama dakikalar çektikçe tren hızlanacağına yavaşlıyordu. Kendimizi
trenden attığımızda, tramvaya yetişmek için 1 dakikadan az bir zamanımız vardı.
Başladık yine merdivenleri deli gibi inip koşmaya. Arkamdan gelenleri
göremiyordum ama bizimle birlikte koşanları ayakseslerinden ayırt
edebiliyordum. Ve işte! Tramvay oradaydı, kapıyı açmak için tuşa
dokunduk....ve.... kapısını açmadan hareket ediverdi! İçimizden (hatta
dışımızdan) okkalı bir kaç küfür savurduk o andaki doğallıkla. 12 dakika daha
erken varmamız gerekirken Cenevre'ye, resmen 2 dakika rötarlı varmıştık. Üstelik
şu "dakikliğiyle" tanınan İsviçre'de. Elimiz mecbur taksiye bindik,
bari tramvaydan sonra aktarma yapmamız gereken otobüsü kaçırmayalım dedik.
Neyse ki taksi sayesinde otobüsü kaçırmadık, ama 15-20 dakikalık yol için
40frank bayılmış olduk.
Sonunda eve
vardığımızda saat 01:11 idi ve biz yorgunluktan ölüyorduk. Konserden mi
dönüyorduk, yoksa savaştan mı belli değildi. Ama herşeye rağmen yine de güzel
bir akşam geçirmiş olduk.
0 yorum:
Yorum Gönder