9 Haziran 2012 Cumartesi

Sonisphere 2012

9 Haziran 2012 Cumartesi - Hiç yorum yapılmamış


Geçen hafta İsviçre'deki ikinci Sonisphere maceramı yaşadım. Tabii siz şimdilik ilkini de bilmiyorsunuz. O yüzden iki yıl öncesine dönüp önce ilk deneyim hakkında bilgi vereyim.

Yıl 2010, aylardan haziran. Sonisphere biletimizi önceden almışız, "nasıl olsa haziranda hava da güzel olur, bir gece önceden gidip kamp alanında kalırız, ertesi gün de rahat rahat seyrederiz konserleri" demişiz. Sanırım haziranın 12'si falandı, konser Zürih'e yakın kırsal bir alandaydı, Cenevre'den trene binerken de hem hayat, hem hava çok güzeldi. Gel gör ki Zürih'e yaklaşırken hava giderek kapıyordu. Nitekim inmemiz gereken durakta indik, fakat o kadar küçük bir yere inmiştik ki, yanlış geldiğimizi düşünerekten çevredeki bir kaç görevliye konsere nasıl ulaşabileceğimizi sorduk. Aldığımız cevap doğrultusunda tekrar bir başka trene binmemiz gerektiğini öğrendik. Neyse, beklenen tren geldi ve bindik. Hava da yavaş yavaş kararıyordu. Peki ne olsa beğenirsiniz? Tren, inmemiz gereken durakta durmadı, Saint Gallen'e devam etti. Böylece İsviçre sınırındaki St. Gallen'i de görme şansını elde ettik, üstelik sağanak yağmur altında (!). Baktık olacak gibi değil, otel bulup burada kalalım bari dedik; fakat bulduğumuz bilgilendirme
bürosu çoktan kepenkleri kapatmıştı. Biz de mecburen camekana yapışık olan bir kaç oteli çaresizce aramaya başladık. Gerçi en başka umudumuz vardı, ama sonradan yok oldu. Bir kere aradığımız hiçbir otel almanca dışında yabancı dil bilmiyordu. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, hatta Türkçe bile denememize rağmen uygun dile ulaşamadık. Ulaşabildiklerimizde de yer yoktu. Bunun üzerine "Zürih'e mi dönsek acaba" diye düşünmeye başladık ve bir şekilde bir kaç otel numarasına ulaştık, fakat hiçbiri talebimizi kabul etmedi, çünkü en az bir gün önceden rezervasyon yapmış olmamız gerektiğini söylediler. Yani nasıl bir mantıksa artık, otel boş olsa bile kabul etmiyorlardı demek ki.

Sonuç olarak gerisin geri festivalin yapılacağı köye döndük trenle. Zaten köyde otel motel yoktu. Mecbur kamp alanına gittik. Mecbur diyorum çünkü Cenevre'ye dönüş trenleri de bitmişti saat itibariyle. Böylece azgın yağmur, karanlık ve çamur içerisinde kendimize bir yer bulmaya çalıştık. En az yarım saatlik aramadan sonra ufak bir alan bulabildik ve çadırımızı kurmaya başladık, ama rüzgar ve yağmur çok zorluk çıkartıyordu. Böylece bir 45 dakika daha geçirmiş olduk. Sonunda çadıra girdiğimizde, çadır su almamasına rağmen içerisi çamur ve su dolmuştu çünkü bir ıpıslaktık. Yanımıza aldığımız yedek kıyafetlerin içeracısı halinden bahsetmiyorum bile. 

Böylece sabahı getirdik. Zaten uyuyamamıştık gerçi, o yüzden sabah 6 da uyandık demek biraz abes olur. Yanımıza aldığımız ufak şeyleri yiyip yağmurun dinmesini bekledik 1 saat kadar. Ama dinmiyordu. Dinse, belki biraz üstümüzü başımızı kurutacaktık. Sonuç olarak çaresiz bir şekilde biraz hava almak için çadırdan dışarı çıktık. Ve korkunç bir manzara ile karşılaştık. Eğer bu manzarayı gece görmüş olsaydık, eminim çadır madır kurmazdık. 

Bir kere her yer çamurdu (yağmur da devam ediyordu), öte yandan çadırırının önüne çıkan işiyordu. Aman allahım, artık hepatit mi olacaktık, başka birşey mi acaba? Tüm gece tuvaletten beter bi yerde uyumuştuk demek ki. Artık dayanacak gücümüz kalmamıştı. Zaten yemek alanı diye gösterilen yerlerde de hiçbirşey yoktu, aç da kalmıştık. Başladık çadırı toplamaya ve konserlerin hiçbirini seyretmeden Cenevre'ye döndük. Elbette bayıldığımız paralar içimize oturdu, ancak işin ucunda feci şekilde hasta olmak vardı (hem hava durumu yüzünden, bir türlü kuruyamamıştık, tir tir titriyorduk; hem de hepatit vb olma riski vardı). Eve dönünce güzelim spor ayakkabılarımı ve çoraplarımı çöpe atmak zorunda kaldım, öyle bir çamur hakimdi, siz düşünün. Zaten üzerimizdeki çamurla bizi trene kabul ettikleri için de şanslıydık.





Gelelim bu yılki etkinliğe,
Geçen yıl nasıldı bilmiyorum, ama iki yıl öncesine göre bu yıl biraz daha eli yüzü düzgündü festivalin. Biz de daha tedbirliydik tabii ki. Yanımızda şemsiye, ceket, ayakkabılara geçirmek için poşet falan götürdük. Gel gör ki bu sefer de deli gibi güneş vardı. Neyse ki festival başında çıkan bir kaç grubu izlemekten vazgeçmiştik, yoksa bu sefer de güneş yanığı olacaktık. 

Bu sefer ki konser alanı Yverdon-de-bain idi. Lozan'a, doğal olarak da Cenevre'ye yakındı.İçeriye girmeye çalışırken sahnede Mastodon vardı. İçeriye girmeyi başardığımızda da Slayer için sahneyi hazırlıyorlardı. Güzel çimenlerin üzerine geçip Slayer dinledik biraz. Sonra susadığımızı fark ettik. İçecek birşey almak kabus gibiydi, hedefimize ulaştığımızda Slayer sahneden inmiş Motöhead çıkıyordu. Buarada akşamüzeri olduğu için yiyecek birşeyler de almaya karar verdik. Neyse ki yemekleri aldığımızda Motörhead henüz sahneden inmemişti. 

Motörhead'den sonra sahneye çıkması beklenen Metallica için biraz daha önlere doğru ilerledik. Saat 20:30'da sahne alması gereken grup 15dk rötarla, 20:45 gibi sahneye çıktı. Keyfimiz yerindeydi, güzel bir konser geçirdik, nitekim 22:30 da bitecekti konser, böylece biz de Cenevre'ye gitmek için bineceğimiz son trene ulaşabilecektik (kendisi 22:53'de idi). Ama bir bis, iki bis, bisler bitmiyordu Metallica'da; gösteri pek güzeldi ama çıkmalıydık, herhalde bizim gibi düşünen bir kalabalıkla birlikte trenlere gitmek için olan kapıya yöneldik, ama o da ne? Görevliler konser bitmeden kapıları açmak istemiyordu. Hatta James Hetfield bile dalga geçti "milleti esir aldık, bir şarkı daha çalıp kapatıyoruz" diye. Gerçi hiçbirimiz istemiyorduk konseri terketmek ama trenin hareket etmesine 10 dakika kalmıştı. Başladık daha uzakta bulunan diğer kapılara koşmaya. Koş koş koş... Bitmiyordu. Bir yandan da tıkanıp duruyorduk, çünkü 5-6 saattir su falan içmemiştik. 5 dakika... 3 dakika... 1 dakika. Bir ümit koşuyorduk, trenin vakti gelmişti artık, biz de gara varmıştık ama diğer perondaydı tren. Başladık tekrardan koşmaya. Neyse ki şuurumuz kapanmışcasına koştuğumuzu gören bir kondüktör (ya da belki de "lütfen lütfen" diye bağrındığımı gördü) trenin kapısını tuttu da kendimizi içeri attık. O anki hislerimi sadece ben bilirim sanırım. Nefesim kesilmişti. Ne yazık ki trende su satan bir yer de yoktu. Mecburen Lozan'daki aktarmayı bekleyecektik. 

Lozan'da indiğimizde bir de ne görelim? Hiç vakit kaybetmeden tekrar koşmamız gerekiyordu. Biz de yine perondan perona koşmaya başladık ve trenin 4 dakika rötarla geleceğini öğrendik. Hemen peron çevresinde su satan bir makina aradık ama bulamadık (işte o anda Türkiye'yi ne kadar özlediğimi bir kere daha anladım. İstanbul'da falan olsak kesin bir sucu çocuk gelirdi yanımıza 'abla su vereyim mi?'derdi, üstelik o anda 10 şişe su alma kapasitem vardı). 

Derken bizim tren geldi, bindik. Ama maceramız henüz sonlanmamıştı. Şu 4 dakikalık rötar yüzünden evimize giden son tramvayı kaçırma riskiyle karşı karşıyaydık. Yine de şansımız vardı. Ama dakikalar çektikçe tren hızlanacağına yavaşlıyordu. Kendimizi trenden attığımızda, tramvaya yetişmek için 1 dakikadan az bir zamanımız vardı. Başladık yine merdivenleri deli gibi inip koşmaya. Arkamdan gelenleri göremiyordum ama bizimle birlikte koşanları ayakseslerinden ayırt edebiliyordum. Ve işte! Tramvay oradaydı, kapıyı açmak için tuşa dokunduk....ve.... kapısını açmadan hareket ediverdi! İçimizden (hatta dışımızdan) okkalı bir kaç küfür savurduk o andaki doğallıkla. 12 dakika daha erken varmamız gerekirken Cenevre'ye, resmen 2 dakika rötarlı varmıştık. Üstelik şu "dakikliğiyle" tanınan İsviçre'de. Elimiz mecbur taksiye bindik, bari tramvaydan sonra aktarma yapmamız gereken otobüsü kaçırmayalım dedik. Neyse ki taksi sayesinde otobüsü kaçırmadık, ama 15-20 dakikalık yol için 40frank bayılmış olduk. 

Sonunda eve vardığımızda saat 01:11 idi ve biz yorgunluktan ölüyorduk. Konserden mi dönüyorduk, yoksa savaştan mı belli değildi. Ama herşeye rağmen yine de güzel bir akşam geçirmiş olduk. 





0 yorum:

Yorum Gönder