Heidelberg’den
ulaşımı rahat olan bir diğer nokta ise Stuttgart idi. İki şehir arası trenle
sadece 45dakika sürüyor. Tek problem, Stuttgart’da ne yapacağınızı bilememek.
Aslında
sonradan (ilk vardığımızda büro kapalıydı) turist bürosundan aldığımız planda şehrin
yakınlarında pek güzel yerler olduğunu gördük, ancak bizim oralara gidebilecek
kadar vaktimiz yoktu. Öte yandan şehir genel olarak sanayi üzerine kurulu
olduğundan gezebileceğiniz iki önemli müzesi var biri Mercedes’in, diğeri de
Porsche’nin araba müzesi. İki müzeye de metro yoluyla ulaşılabiliyor, ancak tam
tersi istikametlerdeler. Bir de biz gittiğimizde günlerden pazardı ve pek sık
metro yoktu, dönüş biletimizi de göze alarak iki müzeden birini seçmemiz
gerekiyordu, biz de seçimizi Mercedes’den yana kullandık.
Dışarıdan küçük gözükse de oldukça büyük bir müzeydi |
Aslında
en başta iki müzeyi de görebileceğimizi düşünüyorduk. Ancak Mercedes Müzesi’ne gidiş
dönüş metroyu dakikalar boyunca beklemek zorunda kaldığımızdan en az 1,5 saat
sürdü. Üstüne bir de müzede 4 saat kalınca Porsche’ye zaman kalmadı haliyle.
Mercedes
Müzesi’nde beni en çok etkileyen şeylerin başında asansörler geliyordu.
Gezinize en üst kattan başlıyor, sonra yavaş yavaş aşağı iniyorsunuz. Bu yüzden
gişelerden geçtikten sonra direkt asansöre bineceksiniz. Asansörlerin havası
tıpkı 70lerin uzay çağı filmlerinden fırlamış gibiydi. Pek hoşuma gitti.
Asansörler aşağı yukarı giderken, onlarla birlikte kısa filmleri de duvarda izlemek mümkün |
İlk Fransa bisiklet turu 1903 |
Elbette Mercedes'in sembolü de değişiklikler göstermiş. Genel olarak 3 çizginin her biri "hava", "kara" ve "su"yu temsil ediyormuş. Her koşulda çalışan motorlar :) |
Mercedes'in üretmediği şey yok gibi |
Müzenin çevresini dolanan yollara örnek |
Elbette müzenin tavanı Mercedes amblemi şeklinde |
1960'larda yol kenarlarında arabaların geçişini izleyen aileler |
Müzedeki
bir diğer güzellik ise her iki katta bir karşınıza çıkan çeşmeler. Böylelikle
su ihtiyacınızı karşılayabiliyorsunuz.
Aşağıdaki
fotoğrafta iki araba görmektesiniz. Arkadaki araba, içerisinden çıkan kablolar
sayesinde öndeki arabanının performansını ölçüyormuş.
Elbette
müzede herkesin tanıdığı Jurassic Park filminde de kullanılan jip ve 1980’de Papa için tasarlanan Papamobil’de
bulunuyordu.
Yarış
arabalarına değinmeden geçmek olmaz...
Kazalara anında müdahale edebilecek araçların da yarış arabaları kadar iddialı olması gerekiyor |
Dileyenler
için 4 euro karşılığında binebileceğiniz bir yarış simulatörü de koymuşlar.
Böylece kendinizi Formula’da gibi hissedebilirsiniz. Biz de denemeyi düşündük
ancak hem kuyruk olduğundan, hem de açlıktan baygınlık geçirdiğimizden
binmekten vazgeçtik.
Sanıyorum
dileyenler için müzenin alt otoparkında ücret karşılığı son model arabaları da
kullanmak mümkün. Hatta müze girişinde
de bir kaç tanesi hazır bulunuyor. Ancak ne kadar olduğunu sormadık.
Böylelikle
müzeyi terk ettiğimizde saat 14 civarıydı. Hemen metro istasyonuna gitsek de
uygun bağlantı için 45 dakika beklemek zorunda kaldık. Çevrede yiyecek satan
herhangi bir büfe falan olmadığından açlıktan ölmek üzereydik.
Şehir
merkezine dönünce ilk iş sonunda öğle tatilinden çıkmış olan turist bürosuna
gidip bir plan edindik. Bu sırada da çevredeki afişlerden bir İstanbul
festivali düzenlendiğini gördük.
Böylelikle
“Türklerin olduğu yerde yemek vardır“ diyerek yürüyerek 10 dakikalık mesafedeki
meydana vardık. Meydan çeşitli yiyecek içecek ve el işi stantları ile
çevrilmişti. Ortaya kurulan sahnede ise halk oyunları gösterisi vardı. Konuşan
insanlar olsun, ortam ve müzikler olsun, kendimizi adeta Küçük Çamlıca’ya düşmüş
gibi hissettik.
Sonunda
daha açlığa daha da fazla dayanamayarak kendimizi gözleme standına attık. Kaç
aydır canımızın çektiği gözlemeyi bulmak ilaç gibi gelmişti. Sıra bize
geldiğindeyse ilginç bir durumla karşılaştık. Benim “Neli gözleme vardı“ cümleme karşılık bana
garip garip bakan kadın Almanca bir şeyler söyledi. Benim de Almancam
olmadığından İngilizce cevap verdim. Fakat kadının İngilizce de bilmediği anlaşılınca “Türkçe
bilmiyor musunuz?“ diye tekrar üsteledim. Ancak "Kartoffel... Kartoffel.." cevabından başka
bir cevap alamadım. Güç bela bir peynirli, bir de ıspanaklı gözleme sipariş
edip beklemeye başladık. Bu arada siparişi verdiğim kadın, önümde beklemekte
olan yaşlıca bir teyze ile Türkçe olarak sohbet etmeye başladı “Bugün de ne çok
yabancı geldi. Geliyorlar soruyorlar İngilizce anlamıyorum. Arapça da çok geldi...“
Bunu duyar duymaz tekrar atladım tabii “Ben Türkçe sormuştum ama siz Almanca
cevap verince Türkçe bilmediğinizi zannetmiştim“ dedim. Kadın biraz da şok olarak
“Aaa sen Türkçe mi konuştuydun, ben İngiliz sandım seni“ dedi. Önümdeki yaşlı
teyzede “Kızım burası Türk standı zaten, ama ben de İngiliz sandım seni“ dedi.
Türkçemin pek de İngiliz aksanına kaydığını düşünmesem de, kadıncağız hem
sıcaktan, hem gelen bir sürü insandan bunalmış olacak, aklı oldukça karışmıştı
doğal olarak.
Sonunda
gözlemeleri mideye indirdiğimizde biraz olsun kendimize gelmiştik.
Çevrede
gezecek ilginç bir yer bulamadığımızdan bir süre sokaklarda turladık.
Herhalde Türkiye'den sonra yurtdışında simit didikleyen güvercin görülebilecek tek yer Almanya :) |
Çevrede, havanın güzelliğinden de olsa gerek pek çok aktivite, gösteri ve mini konser vardı |
Elbette şehrin yer yerinde Mercedes'in hatırlatan bir şeyler bulmak mümkün :) |
Sonunda
da istasyona yakın bir parkta bir süre mola verdik.
Stuttgart
bize oldukça sakin bir şehir gibi geldi. Pek turistik olayı olmasa da sanıyorum
ki yaşamak için ideal sayılabilecek bir yer. Her ne kadar sanayi şehri dediysem
de şehrin merkezi derli toplu, öyle sağda solda koca koca fabrikalar yok. Daha
çok şehrin dışına kurulmuşlar. Turistik plandan da gördüğümüz kadarıyla
çevresinde keşfedilebilecek bir kaç şato da bulunuyordu.
İyi
gezmeler :)
0 yorum:
Yorum Gönder