ERAMUS’da kaleme alıp
yayınlamadığım yazılarıma İsviçre’nin İtalyanca konuşulan kısmına (Ticino’ya) olan gezilerimle devam
ediyorum. Okumanın kolay olması açısından, üç şehrin ismiyle andığım üç bölüme
böldüm yazıyı. Bakalım 2010’da Ticino’da durumlar nasılmış :)
Lugano
Nisan ayının başında İtalya’da
geçirdiğim Paskalya tatilimin sonunda, Milano üzerinden dönüşe geçmiştim.
Milano’dan sonra sırasıyla Lugano, Locarno ve Luzern güzergahını izleyerek
Cenevre’ye dönüş yaptım.
Lugano İsviçre’nin
İtalyanca konuşulan bölgesinde kalan küçük bir göl kasabası aslında. Şehirde
park ve göl kıyısı dışında gezecek hiçbirşey bulamadığımı söylersem neden yaşamak
için Cenevre’ye göre kat kat sıkıcı bulduğumu biraz anlayabilirsiniz sanırım.
Yine de şirin bir yer Lugano ve gezip gördüğüme sevindim.
Milano’dan sonra
vardığım Lugano’yu tam anlamıyla gezmek sadece bir öğledensonramı aldı.
Sonrasında da Lugano’da konakladım gece için. Kaldığım hostel gerçekten çok
şıktı bina olarak. Nitekim içinde bayağı kalabalık odalarda kalıyorsunuz (18 kişi bir arada gibi) ama yine de şansıma
ses yoktu ve rahattı. Yanlış hatırlamıyorsam odalar kadın/erkek karışık ancak o
da herhangi bir sorun yaratmadı.
Lugano’ya öğle vakti
vardım ve gelir gelmez ilk işim garın hemen arkasında bulunan hostelime
yerleşmek oldu. Yanlış hatırlamıyorsam ismi Hotel&Hostel Montarina idi.
Fazlalık eşyalarımı
bıraktıktan sonra şehir merkezine doğru inmeye başladım. Buarada oldukça güzel
manzaralarla karşılaştım. Kış yeni yeni bittiği için dağların üzeri kar
kaplıydı; fakat havada kara inat pek güzel, günlük güneşlikti.
Lugano’nun merkezine
inmeye başladım dedim; çünkü Lugano tepelik bir alana kurulmuş halde ve göl
kıysındaki merkeze gitmek için bayağı yokuş inmeniz gerekiyor. Eğer
zorlanacağınızı düşünüyorsanız inerken veya çıkarken finüküleri
kullanabilirsiniz. Ben binmediğim için ne yazık ki fiyatları hakkında bilgim
yok. Ancak size yokuştan kaynaklanan kat farkına ilişkin bir fotoğraf
gösterebilirim:
Tren garının yakınında bulunan finüküler yolu |
Bu da şehrin bir başka noktasındaydı |
Merkeze inince gezecek
müze aradım; ancak listede müze diye görülen yerlerin hep sergi salonu olduğunu
ve gittiğim sezonda ya boş ya da ilgimi çekmeyen sergiler olduğunu gördüm. O
yüzden günümü genellikle göl kıyısında oturarak ve çevredeki küçük parkta
yürüyüp fotoğraf çekerek geçirdim.
Parktan göl manzarası. Burada da Lozan'daki gibi araba şeklinde pedallar ve Cenevre'deki gibi küçük bir Jet d'Eau vardı. |
Çevrede pek çok ilginç
heykel vardı. Neden dikildiklerini ya da neyi sembolize ettiklerini çözemedim.
Yakınlarında da herhangi bir açıklama gözükmüyordu.
Lugano küçücük bir yer
olmasına rağmen hemen hemen tüm diğer İsviçre şehirleri gibi bir casinoya
sahipti.
Binası pek de güzel değildi. |
Ayrıca burada oldukça
ilginç insanlar yaşadığını düşünmeden edemedim, kim evinin tepesine ağaç diker
ki :)
O ağacın köklerinin
nereye gittiğini merak etmeden edemedim. Küçük olsa tamam, ama koskoca ağaç bu :)
Locarno
Locarno’da tıpkı Lugano
gibi İsviçre’nin İtalyanca konuşulan bölgesinde kalan bir şehir. Bana Lugano
kadar sempatik görünmese de yine de Lugano’ya göre yapacak daha çok şey vardı.
Locarno’da da çok uzun kalmadım. Sabahtan geldiğim şehri öğlen 2 gibi terk edip
Luzern’e geçtim. Saat 2’ye kadar ise ilk önce “Castello Visconteo”yu yani Visconteo
Kalesi’ni gezdim. Oldukça küçük olduğundan gezmem uzun sürmedi. İçinde
küçükçaplı bir müze vardı. Şehirden ve kaleden çıkartılan eserleri
görebileceğiniz bir nevi arkeoloji müzesi idi.
Yine kale binasına bağlı
olan bir de sinema ve tiyatro afişleri müzesi vardı. (Ya da o an için geçici
olan bir sergiydi tam anlayamadım o kısmını.) Hemen her afiş oyuncuları
tarafından imzalanmıştı.
Locarno meydanı. (Gerçi
meydan demeye şahit ister, pek küçüktü, görüldüğü üzere. Ben cadde zannetmiştim.
) :
Locarno da tıpkı Lugano
gibi tepeliğe kurulu. Ayrıca göl kıyısındaki yapılaşmada neredeyse aynıydı.
Locarno’ya gitmişken
görmeden geçmemeniz gereken bir yer “Santuario
della Madonna del Sasso”. Yani Madonna del Sasso Manastırı diye çevirebiliriz
sanırım. Bu manastra yürüyerek çıkmak mümkün; fakat bunun oldukça yorucu
olacağını düşünüyorum. O yüzden size tavsiyem şehir merkezinden hareket eden
finüklere binip yukarı kadar çıkmanız olacaktır.
Sağ taraftaki sarı bina manastır binası |
Bu da biraz daha tepeden manzara |
Madonna del Sasso’da indikten sonra ikinci finüklülere de geçerek çok
daha yukarıdan Locarno’yu görebilirsiniz; ancak benim ne vaktim ne de param
kalmıştı ikincisi için ve dönüş için zamanım olsaydı kesinlikle yürüyerek
inmeyi seçerdim, hele ki bir de arkadaşlarım varsa yanımda. Çünkü belki tek
başınıza yürümek için pek de güvenli bir parkur değil.
Locarno’yu bu kısa
ziyaretimden sonra dönüş yolunda uğradığım son şehir olan Luzern’e doğru yola
koyulmak üzere trene bindim.
Luzern
Luzer'in meşhur Kapellbrücke köprüsü |
Lugano ve Locarno’dan
sonra Luzern’de bu sefer Almanca ile karşılaştım; çünkü Luzern İsviçre’nin
“İsviçre Almancası” konuşulan kesiminde kalıyor. Ayrıca kendisi, yanlış
bilmiyorsam, İsviçre Federasyonuna katılan ilk şehir.
Luzern elbette özellikle
Lugano ve Locarno’ya göre oldukça büyük ve kalabalık bir şehir. İki günümü boş
şehirlerde geçirdikten sonra kısmen büyük bir şehre gelmek beni oldukça
duygulandırdı. J
Luzern’de trenden iner
inmez karşınıza üzerinde saat olan olan bir tak çıkıyor.
Takın diğer tarafına
geçtiğiniz anda da göl karşınıza çıkıyor. Luzern’in göl trafiği oldukça
yoğundu.
Göl kıyısında biraz mola
verip manzarayı seyrettikten sonra ilk olarak, önceden de gitmeyi planladığım
Alpineum müzesine gittim. İsimden de tahmin edebileceğiniz üzerine Alplerle
ilgili bir müze, ama kısmen. Daha çok Luzern’in arkeolojik ve coğrafi geçmişi
hakkında bilgilenebileceğiniz bir müze diyebiliriz. Bu müze sayesinde bir
zamanlar Luzern’de göl değil, deniz olduğunu ve pek çok tropikal balık
yaşadığını öğrenebilirsiniz. Nasıl sıcaktan soğuğa ve sonrasında günümüz
iklimine dönüldüğünü kabaca görebilirsiniz. Buralarda yaşamış olan balık ve
kabuklu canlıların ya da palmiye ağaçlarının fosillerini de yine bu müzede
görmeniz mümkün.
Örneğin bu kayaların üzerindeki çizgiler bize Luzer'in 20 000 yıl önce buzullarla kaplı olduğunu gösteriyor |
Bölgede kışın oldukça
yoğun yaşandığı zamanları betimlemek üzere oluşturulmuş bir dağ evi ve dağ
evinden görülmesi olası manzara.
Yine aynı müzenin içinde
bulunan tahta kuleye çıkıp, az da olsa Luzern’i tepeden görmek mümkün.
Ayrıca şehre ait
bilgiler edinebileceğiniz bir de bina bulunuyor müzede. Bu binada şehrin
çeşitli tarihlerdeki yapılaşmasını gösteren maketler ve Almanca konuşulan
İsviçre kesiminin bir nevi simgesi olan ayı peluşlarının bulunduğu odaları
görebilirsiniz.
Ayrıca müzede Luzer'in çeşitli maketleri de bulunuyordu |
Fakat müzede en çok
sevdiğim bölüm hiç kuşkusuz aynalar labirenti idi. Kısa bir labirent olmasına
rağmen oldukça eğlenceliydi.
Müzeden çıktıktan sonra
ya da öncesinde hemen müzenin yanında bulunan Luzern aslanının taştan oyma
kabartmasını ve önündeki göleti görebilirsiniz.
Luzern’e vardığımda
zaten saat öğleden sonra 3-4 civarı olduğu için Alpineum dışında bir müze
gezemedim. Zaten gezmek için not da etmemiştim. Alpienum’dan çıktıktan sonra
yaklaşık 1 – 1,5 saatte bir şehir turu attım. Şehirde tur atarken Kapellbrücke
(ya da Fransızca ismiyle Pont de la Chapelle sanırım) köprüsünden geçmeyi
ihmal etmeyin. Bu tahta köprüden geçerken, iç kısımlarda eskiden kalma pek çok
resim görebilirsiniz.
Şehirdeki evlerin dış cepheleri inanılmaz süslüydü
Şehirden birkaç kare daha:
Luzern’deki bu kısa
gezimin ardından yaklaşık üç saatlik tren yolculuğundan sonra Cenevre’ye geri
döndüm.
0 yorum:
Yorum Gönder