15 Ocak 2015 Perşembe

Hüzünlü Bir Şehir : Berlin

15 Ocak 2015 Perşembe - 2 yorum


Berlin gerçekten de içerisinde pek çok Türk’ün yaşadığı, belki de Avrupa’nın en önemli ve büyük başkentlerinden biri. Öyle ki havalimanına inince kendinizi İstanbul’a inmiş gibi hissediyorsunuz, her köşede birleri Türkçe konuşuyor. Havalimanından çıktıktan sonra da durum farklı değil, bir kaç metre yürüdükten sonra sağdan soldan bangır bangır Serdar Ortaç çalarak geçen arabalarla irkiliyorsunuz. Almanlarda duruma alışmış. Benim birlikte kaldığım Alman arkadaşlar bile şakayla karışık “İstanbul’dan sonra en çok Türk’ün yaşadığı şehir Berlin, biliyor muydun?” ya da “Kaybolursan merak etme, biraz ilerde, köşede yön soracak bir dönerci mutlaka vardır” diyorlar.


Şehirde her şey oldukça düzenli ve düzgün işliyor, en azından ben 4-5 günde böyle bir izlenim edindim. Ancak bana, savaşın izlerinin hala hissedildiği, istenilmese bile soğuk bir şehir izlenimi verdi. Belki biraz da savaşın yol açtıkları unutulmasın diye, sağda solda pek çok yıkık dökük anıt ve bina var.




Elbette şehrin çeşitli yerlerinde bir görünüp bir kaybolan “duvar” da “savaştan sonra bir de kendi savaşımız vardı” dercesine paramparça duruyor.



Berlin’de pek çok müze var. Ben de bir müze canavarı olarak elimden geldiği kadar hepsini gezmeye çalıştım. Öğrenciyseniz, vaktiniz varsa ve müze gezmeyi seviyorsanız uygun bilet fiyatları sayesinde pek çok müze gezebilirseniz. Özellikle müze adası üzerinde bulunan Pergamon Müzesini gezmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Zaten Türkiye’den gelen birinin ilk durağı da burası olacaktır diye düşünüyorum.  Böylece Türkiye’den, Bergama’dan götürülmüş olan devasa sunağı ve Miletus, Priene gibi daha nice yerlerden çıkmış tarihi eserleri görebilirsiniz. Üstelik bir “jest” yapıp bilgilendirme kulaklıklarına Türkçe’yi de eklemişler. Kulaklıklar ücretsizdi ben gittiğimde, o yüzden girişte almayı unutmayın derim. (Yalnız seslendirmeyi kimin yaptığını not etmemişim. Tanınan biriydi diye hatırlıyorum, hatta Azra Erhat diyeceğim ama bir yandan da konuşan erkekti diye hatırlıyorum. Pek çok araştırma yaptım nette ama karşıma çıkmadı, siz bilgi sahibiyseniz aşağıda paylaşabilirsiniz). Elbette müzenin en büyük özelliği sadece Bergamo’dan getirilen sunak/altar için inşa edilmiş olması.

Sunağın Türkiye’den götürülüş öyküsü de bir hayli üzücü, Osmanlı zamanında Almanlarla demiryolu yapmaları konusunda anlaşılır, ancak yanılmıyorsam Almanlar anlaşmaya “demiryolunun geçeceği her yerin 10 kilometre uzağına kadar çıkacak taş ve eserlere el koyabilmek” maddesini ekletmişler. Tabii Osmanlı için bu “taş” yığınlarının bir önemi olmadığından, bu konuda sağ olsunlar güçlük çıkartmamışlardır. Türkiye’den her bir taşı tek tek sökülüp Berlin’e götürülen sunak burada yeniden inşa edilmiş ve neyse ki Almanya’nın girdiği savaşlardan da sağlam çıkmayı başarmıştır (Berlin’in ne kadar bombalandığı düşünülürse). Bu arada çeşitli yerlerde sadece sunağın demiryolu yapımına karşılık verildiğini de okudum, ancak tam emin değilim. Benim aklımda yapılacak tüm yolun çevresi diye kalmış. Her şeye rağmen Osman Hamdi Bey’in tüm bu eserlerin yurtdışına götürülmemesi için çokça uğraştığını da burada hatırlatalım.


Ben gittiğimde dış cephe çalışması vardı müzede. Sanıyorum 2014 sonu itibariyle iç bakıma girecek ve 2020'ye kadar kapalı olacakmış. Ancak tam emin değilim, kontrol etmek lazım


Ve işte o sunak tüm haşmetiyle karşımızda
Ayrıca yine aynı müzede ben gittiğim zaman İslam Eserleri’yle ilgili bir sergiyi de gezmek mümkündü. Vaktiniz varsa, aynı gün gezmek üzere Bode, Altes, Alte Nationalgalerie ve Neues müzelerini de kapsayan yaklaşık 7-8 euroluk kombine bir bilet de satın alabilirsiniz.

Yine aynı müzede bulunan, Türkiye ve Mezapotamya’dan getirilen diğer eserler:









İslam Eserleri Serigisi’nden bir kare:


Pergamon Müzesi’nden sonraki ikinci durağım Neues Müzesi’ydi. Bu müzede de Mısır uygarlığına ait eserleri görebilirsiniz. Ayrıca Schliemann’ın Truva antik kentini kazarak alıp götürdüğü hazinelerden bir kısmına da yine bu müzede rastlayabilirsiniz. 



Schliemann'ın büstü
Schliemann'ın Truva'dan çıkartıp eşine hediye ettiği takılardan bir kısmı
Bunlar da Truva'dan olmalı.
Schliemann’ın Truva'ya "saldırısı" da tıpkı Bergamo'daki sunağın götürülüş öyküsü gibidir. Heinrich Schliemann, biraz okuduğu Truva destanından etkilenip, biraz da Yunan eşinin teşvikiyle Çanakkale'ye kadar gelmiş ve kendi imkanlarıyla etrafı kazmaya başlamıştır. Nitekim böylece öykülere konu olan takıların bir kısmını da bulur, ancak hem yaptığı kazı korsan bir kazıdır, hem de her biri ayrı dönemlere ait 7 kattan oluşan şehir kalıntılarına fazlasıyla zarar verir. Öyle ki arkeologların hiçbiri Schliemann'ın Truva kalıntılarını bulmasına sevinemez. Ve sonunda özellikle Priamos Hazinesi ve Agamemnon'un Maskesi'ni yurtdışına kaçırır. Hazinedeki takıların çoğunu eşine hediye eder. Özellikle Helen'e ait olduğunu düşündüklerini, fakat sonradan yapılan araştırmalarda bu takıların Truva'dan çok daha öncesine ait olduğu ortaya çıkar.

Tekrardan günümüze dönelim.. Neues Müzesi'yle ilgili dikkat etmeniz gereken bir diğer unsur ise giriş için size sıra numarası ve giriş saati veriliyor olması. Saatinizi kaçırmamaya özen gösterin, yoksa bu çok popüler müzeye girmek için tekrar uzun bir kuyruk beklemek zorunda kalabilirsiniz.
Neues Müzesi’nin hemen yanında bulunan Alte Nationalgalerie’de özellikle 19. Yüzyıl Alman sanatını yansıtan tablolar ve heykeller bulabilirsiniz.


Bu da Rodin herhalde... Sanıyorum Paris, Oslo ve Berlin olmak üzere şimdilik 3 yerde rastladım bu heykele, hangisi gerçeği, ya da Rodin tarafından yapılan bir kaç replikası mı var bilmiyorum.

Pek hoşuma gitmişti bu tablo. Kendisi Adolph Menzel'e aitmiş.






Ayrıca Bode Müzesi’nde Bizans eserlerini görebilir, Altes Müzesi’nde ise yine Mısır ve antik çağlardan kalma koleksiyonlara göz gezdirebilirsiniz. Bode Müzesi’nin girişi :


Berlin’de en çok beğendiğim müzelerden bir diğeri ise Musikinstrumenten-Museum yani Müzik Aletleri müzesiydi. Özellikle benim gibi müzik düşkünüyseniz müze oldukça hoşunuza gidecek diye tahmin ediyorum; çünkü içeride birbirinden değişik müzik aletleri bulacaksınız.








Hiç şüphesiz ilgi çekici bir diğer müze ise Museum für Naturkunde, yani Berlin Doğa Tarihi Müzesiydi. Ne yazık ki zaman sorunu yaşadığım için müzeyi hızlı hızlı gezmek zorunda kaldım ve gezimi tamamlamadan kapanan bir kaç odasını gezme imkanı bulamadım. Yine de içeride doğal hayata dair, dünyanın doğuşundan, günümüze kadar pek çok bilgi edinebilir, hala canlıymışçasına duran dondurulmuş hayvanları inceleyebilirsiniz.

Müzenin girişi



Bu kedicik tek baş fakat iki vücutla dünyaya gelmiş. Geldikten sanıyorum birkaç saat sonra da ölmüş.
 Dinozorlar ve kocaman geyikler de cabası:





Berlin’e kadar gitmişken görmeniz gereken bir diğer müze ise Story of Berlin Müzesi. Bu müze sayesinde Almanya’nın ve özellikle Berlin’in geçmişi hakkında kronolojik bir sırayla bilgi alabilir, ayrıca müze çıkışında saatte bir düzenlenen 20 dakikalık gezilerde Almanca ve İngilizce dillerinden birini seçerek, yer altında bulunan sığınaklardan birini gezebilirsiniz.

Müzeden kareler :



Sığınaktan kareler:


 Berlin’de tesadüfen karşıma çıkar bir diğer müze ise, Hanf Museum’idi. Yani Kenevir Müzesi. En başta girmek konusunda tereddüt etsem de “sergilenebilecek ne olabilir?” sorusundan yola çıkarak içeri girme kararı aldım. İçerde kenevirin zararlarından çok, aslında kenevir bitkisinin bilmediğimiz pek çok alanda kullanıldığına dikkat çekilmek isteniyordu. Örneğin çuval, ip vb imalatında kullanılıyor oluşuna dair pek çok örnek var içeride. Ayrıca müzenin içerisinde Almanya’da legal olarak yetişebilen sanırım tek esrar bitkisi oldukça özenli şartlar altında yetiştiriliyor. Müzenin tek zaafı fazla İngilizce açıklama olmaması

Sanıyorum burada bitkinin etinden, sütünden nasıl yararlanılır o anlatılıyor.




Müzenin çıkışında bir de dükkan bulunuyor. Eğer müzeye kadar gitmişseniz, bir de içine girmişseniz, dükkana da uğrayın derim. Aslında bir dükkandan çok küçük bir büro sanki. Ben de biraz alışveriş yaptım ve kenevirli çikolata, jelibon ve çay aldım. Hepsinin de tadı gayet güzeldi.


Berliner Dom, Berlin’deki en bilinen kilise. Ne yazık ki yanına kadar gitmeme rağmen (kendisi müze adasının yan tarafında bulunuyor) kısıtlı sayılabilecek vaktim yüzünden dışarıdan fotoğraflamakla yetindim. 


Bana ilginç gelen bir diğer kilise ise Gedächtniskirche idi. Her ne kadar günümüzde kendisi kullanılır halde olmasa bile, yanında bulunan iki modern bina temsili kilise olarak görevlerini sürdürüyorlar.

  
Brandenburg Kapsısı Berlin’in sembolü. Özellikle Brandenburg çevresinde “duvar”a ait kalıntılara rastlamanız olası. Gittiğim gün kapı önünde bir eylem olması ve kuvvetli yağış yüzünden ne yazık ki kapının düzgün bir fotoğrafını çekemedim:


Yine kapının önünde bulunan meydanda birlikte fotoğraf çektirebileceğiniz, eski Alman askeri üniformaları girmiş kişiler de bulunuyor. Hatta yine Berlin’in sembolü olan “ayı” ile de fotoğraf çektirebilirsiniz.



Her ne kadar kış vakti Berlin’de güneş olmasa bile, nehir kıyısında sanki dışarıda yazdan kalma bir hava varmış izlenimi bırakan şezlonglar vardı.


Başta da belirttiğim gibi Berlin’de bir hüzün havası hakim. Şehrin her yerinde, üzerinden kaç sene geçmiş olursa olsun savaştan çıkmış bir şehir olduğunu düşünmenizi sağlayan bir şeyler var. Örneğin savaş zamanı kurulan toplama kamplardan kalanlar...

Bir gözlem kulesi :



Ve yine toplama kamplarında hayatını kaybedenlerin bir kısmının mezarları :



Hemen hemen aynı yerlerde iç içe geçmiş olan “duvar”ın parçaları da yer yer kendini gösteriyordu:


Bu görülen parçalara ek olarak sembolik olarak duvarın yıkılışını gösteren bir heykel de vardı.


Holokost yani Yahudi Soykırımı anıtını da unutmamak lazım:


İsterseniz duvar Almanya’sına geri dönüş yapmak adına pasaportunuza para karşılığı giriş damgası da bastırabileceğiniz “duvar” dipleri de var:


Berlin’e trenle gelmişseniz kaçırmayacağız diğer bir nokta da tren istasyonu. Ben her ne kadar uçakla gelmiş olsam da Leipzig’e geçerken tren yolunu kullandım. Tren istasyonu çok katlı bir alışveriş merkezinin içine kurulmuş halde. Değişik katlarda farklı istasyonlar bulunabiliyor. İstasyonun oldukça modern bir yapısı vardı ve iki katlıydı, benim de çok hoşuma gitti.



Berlin’in tam da ortasında kocaman bir park var. Belki nezih bir parktır bilemiyorum tam olarak; ancak etrafta fazla insan göremeyince, bir de tek başıma olunca fazla kurcalamak istemedim. Girişten biraz fotoğraf çekip geri döndüm. Parkta küçük bir göl ve ona bağlı derecikler vardı; ayrıca bir de orta çağ kıyafetleriyle şarkı söyleyen bir kadın göze çarpıyordu.




Berlindeyken gezdiğim bir diğer müze ise Sinema&televizyon müzesi idi. İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğu için ne yazık ki sadece dışarıdan çektiğim camekanlı müze binasının fotoğrafını gösterebiliyorum. Eğer sinema ve televizyonla ilgileniyorsanız (özellikle sinema) görmeniz gereken bir müze diye düşünüyorum. Geçmişten günümüze altın ayı kazanan filmler kısmında Fatih Akın’ın Duvara Karşı filmine ait küçük bir kısım da bulunuyor. Bunlara ek olarak ben gezdiğim sırada Metropolis filmi üzerine bir sergi vardı.


Ve Berlin’de çektiğim birkaç başka fotoğrafla yazımı da sonlandırıyorum. 

İyi gezmeler!  :)



Merkezde bulduğum bir Legoland dükkanı.
Ve elbette Berlin'in simgesi şapkalı adam figürünün olduğu trafik ışıkları. İlk defa 1961 yılında Doğu Berlin'de kullanıma giren bu tip trafik ışıkları 90lardan itibaren Avrupa'nın ortak trafik sembolleri kullanmasıyla yaygınlığını kaybetmiş. Ancak şu günlerde her hediyelik eşya dükkanında bu küçük adamın olduğu çantalar, süs eşyaları ve hediyelikler bulmak mümkün :)







2 yorum:

  1. çok güzel bir yazı olmuş. fotoğraflarda etkileyici. berlini gezmiştim bende çok güzel bir şehir.

    YanıtlaSil