Sanırım Amerika gezimizin en zevkli ayağına geldik. Her ne kadar New York
gibi pek çok etkinliği içinde barından bir şehir için fazla vakit ayıramamış
olsak da, 4 gün (hatta 3 buçuk) belli başlı yerleri fazlaca koşturmadan
gezebilmemiz için yeterli oldu.
Şimdiye kadar pek çok kişiden New York ve İstanbul arasındaki benzerlikleri
dinlemiştim, bir de kendi gözlerimle görmüş olmak değişik oldu. Yine de
belirteyim, New York’la İstanbul’un kalabalık ve etkinlik bolluğu dışında pek
de ortak noktası yok gibi geldi bana. Hatta pek çok yönden İstanbul çok daha
ferah gözüktü gözüme. New York’da, elbette merkezi oluşturan Manhattan
kısmında, kalabalık bazen fazlasıyla can sıkıcı olabiliyor, bir süre sonra
üstünüze üstünüze gelmeye başlayan gökdelenler de cabası. Bir kere gölge ediyorlar,
güneşi engelledikleri için hava sıcak olabilecekken bile soğuk etkisi
yaratıyor, hatta fazladan rüzgara bile sebep olduklarını düşünüyorum :D Bu
arada küçük bir karşılaştırma için, şu anda şehrin en yüksek gökdeleni ünvanını
elinde bulunduran One World Trade Center 541 metre, eski şampiyonlardan Empire
State Bulding 381 metre ve Türkiye’nin en yüksek binası İstanbul’daki
Sapphire ise 235 metre. Neyse her yerde bulunabilecek genel bilgilerle fazla
akıl karıştırmadan kendi gözlemlerime geçeyim :)
Dediğim gibi biz yaklaşık 4 gün geçirmiş olduk New York’da o yüzden aşağıya
da bu gezimizi dört günlük bir planmış gibi yazmaya karar verdim. Hem
böylece program yapmakta zorlananlara da yardımcı olmuş olurum belki.
Programa geçmeden önce genel bilgiler vereyim. Biz Baltimore’dan New York’a
trenle (Amtrak) gittik. Yolculuk
yaklaşık 3 saat sürüyor. Biletler Philadelphia - Baltimore biletlerinden
-nedense- çok daha ucuzdu. Belki sürümden kazanıyorlardır :p Yine de biletleri
önceden almakta fayda var. Tren New York’un merkezi Manhattan’a kadar giriyor.
Sonrasında ulaşım için en mantıklı seçenek bir “Metro Card” edinmek. Tek yön 2,5$, 7 günlük kart ise 30$. Biz
doğrudan 7 günlük kart aldık, böylesi çok daha ekonomik ve rahat oldu. Metro
Card dışında bir de New York City Pass var.
Şehrin belli başlı yerlerine ücretsiz ya da indirimli girmenizi sağlıyor. 1, 2,
3, 5, 7 veya 10 gün geçerlilik süresi var. Sanıyorum en düşük ücret 120-150$
gibi bir şeydi. Biz Özgürlük Heykeli, Empire State Bulding ve Rockefeller
Center’ın tepesi, MoMA gibi müze, anıt ve seyir noktalarının içine girmektense
dıştan bakmayı yeğlediğimizden bu kartı satın almadık. Ancak ola ki bahsettiğim
yerin hepsine ve birkaç müzeye daha girmeyi düşünüyorsanız NY City Pass da
makul bir seçenek gibi gözüküyor.
Bir de otel problemi var. New York’da makul fiyata kalacak yer bulmak
gerçekten de imkansız. En azından merkezde yani Manhattan’da. Size tavsiyem
biraz daha dışta olsa bile Brookly, Queens hatta New Jersey’e bakmanız.
Oralardan ulaşımın da oldukça rahat olduğunu duydum. Booking.com gibi sitelerin
yanı sıra Airb&b gibi evlerini/odalarını kiralayan insanların olduğu
sitelere de göz gezdirmeniz yararlı olabilir. Ancak herhalükarda geceliği
90usd’yi gözden çıkarmak gerekiyor gibi hem biraz merkeze yakın olsun, hem de
eli yüzü düzgün bir yer olsun diye bakınca. Ayrıca otellerin fiyatlarını not
ederken dikkat edin, internette çıkan fiyatlara kdv dahil olmuyor genellikle.
Gördüğünüz fiyatın üstüne ortalama bi’ %15 daha eklemeniz gerekebilir.
Gelelim kısaca günlük programlarımıza :)
1. GÜN
New York’daki ilk günümüz trenin şehre varma saatine paralel olarak 12:00
gibi başladı. İlk hedefimiz kalacağımız yeri bulmaktı. Neyse ki genel olara
NY’da yönünüzü bulmanız inanılmaz kolay. Bir kere şehirdeki her cadde ve sokak
birbirine paralel ve birkaç istisna dışında hepsi numaralandırılmış. Böylelikle
gideceğiniz bir sokağın yönünü karıştırmanıza olanak yok, ayrıca numaralara
bakarak gideceğiniz sokağın sizden ortalama ne kadar uzakta olduğunu da tahmin
edebiliyorsunuz.
Kalacağımız yere yerleştikten sonra ilk işimiz Boston’a gitmek için binmeyi
planladığımız otobüslerin kalkış istasyonunu bulmak oldu. - İstasyona giderken
meşhur sosislilerden de bir iki tane kaptık tabii, boyutları küçük ve yaklaşık
3$- Biz otobüs terminali ararken karşımıza sadece cadde boyunca sıralanmış
otobüsler çıkınca biraz şaşırdık tabii. Üstelik etrafta ne bir bilet gişesi, ne
de bir sorumlu vardı. Mecburen biletleri internet üzerinden almamız gerektiğine
kanaat getirdik.
Bu arada fark ettik ki, otobüslerin beklediği caddenin hemen içinden eski
demiryolu hattı, High Line başlıyor.
High Line artık trenlere hizmet vermiyor, bu yüzden bir yürüyüş parkuru olarak
düzenlenmiş. Hatta ara ara üzerinde kafelere bile rastlamak olası. Biz dediğim
gibi W 34th Street’den High Line’a girdik ve neredeyse sonuna kadar 22th ya da
21’e kadar yürüdük. Yol W16th Street’de son buluyor (ya da o yönden girecekler
için “başlıyor” diyelim :) ). Oldukça zevkli bir yoldu, gitmişken tamamına
vaktiniz yoksa bile bir kısmını görün derim.
High Line’dan sonraki durağımız One
World Trade Center (İkiz kulelerin yerine dikilen yeni Dünya Ticaret
Merkezi) ve hemen yanındaki 9/11 Anıtı’ydı. Elbette yürümedik, metroya bindik :D OWTC’a
aşağıdan bakarken ne kadar yüksek olduğunu anlayamayabiliyor insan, ancak
ilerleyen fotoğraflarda gerçekten de açık ara NY’un en yüksek gökdeleni
olduğunu göreceksiniz. 9/11 Anıtı gerçekten de etkileyiciydi, boşluk hissini
gerçekten de veriyor insana. Ayrıca kendisi oldukça büyük bir bir anıt.
Dilerseniz 9/11 hakkında gezebileceğiniz bir de müze bulunuyor.
Anıttan sonra, bu sefer yürüye yürüye, çevredeki önemli noktaları gezmeye
başladık. Bunlardan ilki Trinity Church
(Trinity Kilisesi) idi. Oldukça hoş bir yapıya sahip olan bu kilise, sonrasında
diğer yerlerde de göreceğiniz üzere binalar arasında sıkışıp kalmış. (Bu
noktada fotoğrafla ilgilenenler için bir not düşeyim, imkanınız varsa yanınıza
geniş açı lens almadan New York’a gitmeyin, yoksa hiçbir binayı kadrajınıza
sığdıramazsınız, hele hele böyle sıkışıp kalmış binaları sığdırmak geniş açı
için bile zor olsa da büyük kolaylık gerçekten :D )
Trinity Church’ün hemen ön kapısına bakan sokak meşhur Wall Street.
Wall Street inanılmaz dar bir sokak. Hele bir de güvenlik şeridine alınan New York Borsa binasını hesaba katınca
sokakta yürüyecek yer neredeyse yok.
Daracık daracık sokaklar.... :D
Borsa..
Sokakta biraz ilerleyip Federal Hall’i
görmeden geri dönmeyin. Dizi, film jeneriklerinde sanki önünden koca cadde
geçiyormuş gibi gözüken bu binanın da daracık bir sokakta koca koca gökdelenler
arasında karşıma çıkacağını hiç düşünmemiştim.
Bu noktada bir sonraki hedefimize ulaşmadan önce bir şeyler atıştırmaya
karar verdik. Hemen Trinity Church’ün köşesinde bir market/fastfood dükkanına
girip karnımızı abur cuburla doyurduk. Ardından da Staten Island Feribot İskelesine doğru yürüyüşe geçtik.
Ara ara bisiklet kiralayabileceğiniz noktalar göreceksiniz, ama tam olarak nasıl çalıştığını bilmiyorum, denemedik.
İşte bizim girmek için vakit bulamadığımız ama size tavsiye edebileceğimiz bir diğer müze: National Museum of the American Indian
Gerçekten de ara ara çok hoş metro girişleri vardı.
Şehrin her köşesinde görebileceğiniz zıtlıklara bir diğer örnek
Peki bu feribota gitmemizin amacı neydi. Elbette Staten Island’la falan
ilgilenmiyorduk, hatta orada görecek bir şeyler olduğundan da şüpheliyim. Asıl
amacımız ücretsiz, ama olabildiğince yakından Özgürlük Heykeli ve Manhattan
adasını gökdelenleriyle birlikte görebilmekti. Evet yanlış duymadınız, bir
noktadan diğerine yaklaşık olarak 20 dakikada giden bu feribota binmek
ücretsiz. O yüzden kaçırmayın derim :D Biner binmez üst kata çıkıp sağ veya sol
yandan yer kapabilir veya herkesin binmesini bekleyip sonrasında ön ya da arka
güverteye çıkabilirsiniz. Bu arada belirtmiş olayım, aslında bu feribotların
önü ve arkası yok. Çift taraflı işliyor. Böylece geminin dönmek için manevra
yapmasına gerek kalmıyor.
Feribotun kalkmasını beklerken uzakta (çok da uzak değil ya..) Brooklyn ve köprüsü
Hareket eder etmez etrafımızı taramalı tüfekli polisler sardı, hep mi böyle, bizim bindiğimize has mıydı bilemiyorum...
New Jersey tarafına bakış
Brooklyn tarafına bakış
Yarı yolda bir de NYPD bize eşlik etmeye başlar...
İşte bindiğimiz feribotlar böyle bir şey...
Özgürlük Heykeli'nin New York sınırları içinde bulunmadığını biliyor muydunuz? Kendisi New Jersey eyaletinde kalıyor.
Özgürlük Heykeli... Yanımdaki Fransız kafilesinin "aaa ne kadar küçükmüş yahu, bizim Paris'deki kadar" diye hayretlerini gizleyemeyerek konuştuklarına tanık oldum. Hakikaten de çok yüksek değildi. Hele altında o büst olmasa göremeyeceğiz gibi...
Staten
Island’da gezmeyi düşündüğünüz bir yer yoksa gemiyi terk ettikten sonra (inmek
zorunlu), hemen yan salona geçip geldiğiniz gemi ile gerisin geri Manhattan’a
dönebilirsiniz.
Staten Island'dan Manhattan'a bakış. Evet, OWTC açık ara önde
Feribottan Manhattan'a bakış
Biraz deniz havası aldıktan sonra, feribottan da gördüğümüz Brooklyn Köprüsü’ne çıkmaya karar
verdik. Hava kararmaya başladığından Brooklyn tarafına kadar yürümedik, ancak
köprünün girişinden ilk ayağa kadar yürüdük. Yanlış okumadıysam Brooklyn
Köprüsü şehirdeki tek taş köprüymüş. Köprü iki katlı. Alttan arabalar geçerken,
üst kısımdan da yayalar ve bisikletler geçebiliyor. Ne yazık ki yoğun turist ve
bisiklet akınında köprüde yürümek oldukça güç. Yine de üstüne çıkmayı ihmal
etmeyin :)
Yürüyeceğiniz yol bu kadarcık, beyaz çizgiyle ayrılan sol kısım bisikletler için, ama girmeyin ezebilirler..
Arabalar alttan geçiyor.
Köprüler...köprüler...köprüler.. :)
Köprüden Manhattan'a bakış
Yavaş yavaş dönüşe geçerken ilk önce Madison
Square Park’da metrodan inip hem parka göz gezdirdik - tam olarak neden
sergilendiğini anlayamadığımız, fanus içinde taşlar vardı parkta-, hem de Flatiron Bulding’i görmüş olduk.
Fanus içinde taşlar... Ne olduğunu anlamasam da hoş gözüküyorlardı
Flatiron Bulding
Bu da meydandaki bir başka gökdelen
1902 yılında inşası tamamlanan Flatiron Bulding Broadway ve 5. Cadde’yi (5th
Avenue) birbirinden ayırıyor. İsmi ise, bina ütüye benzediği için Flatiron
olarak adlandırılmış (bkz. Flatiron’un İngilizce “ütü” anlamına gelmesi).
Yine 5. Cadde üzerindeyken
Flatiron’dan yüzünüzü tam tersi istikamete çevirirseniz Empire State Bulding’i
göreceksiniz.
Hazır Broadway’in üzerindeyken bari Times
Meydanı’nı da bir görelim diyerek yürümeye başladık. Ancak tabii yürünecek
yol değil, hele bir de yorgun ve açsanız. (Ayrıca ters yöne doğru yürüyorsanız
da Times’a gidemezsiniz.. Nitekim biz ters yürüyormuşuz. Union Square’e çıkıp “neredeyiz yahu?” diye sorgulamaya başlayınca
fark ettik :D Neyse ki hemen metroya atladık ve Times Meydanı’na ulaştık.)
Times Meydanı'nın metro durakları bile ışıklı :)
Elbette her yerde dev ekranlar kurulu. Zaten metro durağından dışarı çıkarken anlıyorsunuz Times'a geldiğinizi, gece değil gündüz sanki :)
Times’ı da gezdikten sonra artık dermanımız kalmamıştı. Açlıktan ölüyorduk,
o yüzden W 42. Cadde üzerinde gözümüze ilk kestirdiğimiz, self servis pizza vs.
satan bir restorana girdik ve geceyi böylece kapatmış olduk. :)
2. GÜN
İkinci gün “dün yarım günde o kadar çok şeyi yaptıysak, bugün daha beter
gezeriz” diyerek yollara düştük.
İlk durağımız (kalan günlerimizde Paskalya Tatili’ne gireceğinden) B&H fotoğraf mağazası oldu.
Özellikle fotoğrafla ilgileniyorsanız burası uygun fiyatlara pek çok şeyi bir
arada bulabileceğiniz büyük bir mağaza. Yaklaşık 2-3 katlı ancak geniş bir
alana yayılıyor. Fotoğraf dışında elektronik, bilgisayar, cep telefonu vs. gibi
ürünleri de bulmak söz konusu. Mağazanın sahibi ve pek çok çalışanı Yahudi,
bunu kesinlikle bir hakaret olarak söylemiyorum, aksine mağazada çalışan herkes
konusunda uzman ve sizi gerçekten de iyi yönlendiriyorlar. Her şey çok düzenli.
Sadece mağazaya girince etrafınızda pek çok şapkalı, lüleli, siyahlar içinde
adam görünce şaşırmayın ve ayrıca mağazayı ziyaretinizden önce herhangi bir
dini bayrama denk gelip gelmediğini kontrol edin diye söylüyorum. Buna Şabat da
dahil. Yani cumartesi günleri mağaza kapalı. Ayrıca tatil günlerinde internet
sitelerinden online alışveriş yapabilme imkanınız olsa bile cuma akşamları ve
cumartesi günleri çalışmadıklarından istedikleriniz de kargoya teslim
edilmiyormuş, aklınızda bulunsun.
B&H’ın çalışma prensibini bir kenara koyarsak eğer fotoğraf çantasına,
lens vs. gibi küçük ekipmanlara ihtiyacınız varsa hepsini bu mağazada oldukça
uygun fiyatlara bulabilirsiniz. Ancak lensler için emin olamıyorum. En azından
İsviçre fiyatlarıyla karşılaştırınca orijinal 1. el lenslerde fiyatlar arasında
en fazla 100 frank fark çıkıyordu, o yüzden ben ABD’den lens almaktan vaz
geçtim. Üstelik aldığınız lensler garanti kapsamı dışında kalıyor, en azından
Avrupa’dan alınca Avrupa garantisi pek çok ülkede geçiyor. Aklınızda bulunsun.
B&H’dan sonra yine Times Meydanı & Broadway’e döndük; çünkü burayı
hem gece hem de gündüz gözüyle görmeniz gerek. İkisi arasında gerçekten de fark
var :)
Disney oyuncakçısının içi... İnsanın canı çocuk olmak istiyor vallahi :)
Gezerken bir yandan da alışveriş yapalım diyerekten bir Yankee Store’a uğrayıp -hayatında
beyzbol maçı izlememiş adamlar olsak da- bir iki bir şey aldık ve “Thanks to be
a fan” tezahüratları arasında mağazayı terk ettik. Bu noktada yine not düşeyim,
Amerika’dayken çok fazla Amerikalı ile temasım olamadı, ancak konuştuklarımın
hepsi “aman iyi ki maça gitmiyorsunuz, çok sıkıcı oluyor” dedi. Kim gidiyor bu
maçlara bilemedim :p Biz gerçi ne kadar sıkıcı olursa olsun gitmeyi
düşünüyorduk, ancak henüz sezon açılmadığından maç yoktu Yankees’in sahasında.
Neyse, beyzbol işlerinden sonra “kot pantolonda çok ucuz dedilerdi” diyerek bir
iki mağaza dolaştık, ancak cep yakan fiyatları görünce “İstanbul dururken ne
buradan alacağız yahu, çok daha ucuza daha kalitelisini buluruz” alışveriş
yapmayı kısa kestik ve yine Times Meydanı’nda bulunan Bubba Gump Shrimp’e girip
karnımızı doyurduk.
Kaldığımız yere geri dönüp elimizdeki üç beş parça eşyayı bıraktıktan sonra
bu sefer de Central Park için
yollara düştük. Parka girmeden önce John
Lennon’un öldürülüşüne kadar yaşadığı Dakota
Bulding’i fotoğraflamayı da unutmadık.
Central Park gerçekten de büyük bir park. Öyle yarım saat - bir saatte
gezilip bitirilebilecek bir park değil (tüm ayrıntıları görmek istiyorsanız).
Ayrıca düz ayak bir park da değil. İnip çıkabileceğiniz pek çok yükselti var
parkta. Göletler de cabası. Yine de bana süper rahatlatıcı gelmedi ortamı.
Belki de henüz ağaçlar yeşillenmediğindendir nereye baksam karşımda yine o koca
binalar vardı. Her şey de griydi, parkın ortasından geçen asfalt yolu
saymıyorum bile, insanlar koşabilsinler, bisiklet sürebilsinler diye yapıldığı
belli ama daha hoş ve doğal malzemeler kullanabilirlermiş gibi geldi bana.
Ancak dediğim gibi benim gözüme parkın pek de hoş görünmemiş olmasının 3-5
sebebi olabilir: Ağaçlar daha yeşillenmemişti, parkı gözümde çok büyütmüştüm,
şuanda zaten dağların ormanların arasında yaşayan biri için küçük bir parkmış
izlenimi vermişti vs vs... Tabii İstanbul’la karşılaştırmaya gidersek elbette
muhteşem bir park, ayrıca koca koca gökdelenlerin arasında soluklanabileceğiniz
başka parklar da var. İstanbul’daysa otoyolların ortasından başka yeşil alan
bulmak imkansız olacak yakında... Neyse fazla nostaljik oldu yazının bu kısmı
:D Park güzel, gidip görün, ördekçikler, uçan yaban kazları ve CSI New
York’ların birinde muhakkak gördüğümüz ufak köprüler var. Tuvalet de var
isterseniz, ücretsiz :)
Şatosu bile var :)
Uçan kazlar...
Parkın meşhur faytonları
Elbette Amerika'nın kalanında olduğu gibi New York'da da sincaptan geçilmiyor :)
Etrafta pek çok çeşme vardı, ancak kış henüz bitmiş sayılmadığından kapalıydılar.
Parkın diğer köşesinden çıkarken cam küp şeklindeki Apple Store’a da
bakmadan geçmedik.
Sonraki
hedefimiz Roosevelt Island’a giden
teleferikleri gözlemlemekti, ancak teleferiğin yakınına giden metro hattının
kapalı olduğunu gördük. Sonrasında yürümek için ayaklarımızda derman
kalmadığından gitmemeye karar verdik.
Cam hizasında olduğu için öncelikle atı görmek nasıl hissettiriyordur acaba :)
Çöp kamyonları bile ayrı havalı burada :p
Geceyi de “çok pahalı olmasın, ama manzarası olsun, terası olsun ama açık
olmasın(çünkü hava soğuk)” diyerekten Rare Bar&Grill’de bitirdik. Biz restoran kısmı
da terasta sandığımız için opentable.com adresinden yer ayırtmıştık. Meğer
restoran giriş katındaymış, sonrasında dilerseniz terastaki bara
çıkabiliyorsunuz. Bara giden asansörün girişinde kimlik kontrolü vardı,
sanıyorum diğer pek çok yerde de aynı şey söz konusudur. Üzerinde doğum yılınız
olan bir kimliği yanınızdan eksik etmeyin. Bu arada opentable’ı hem
restoran/bar bulmak, hem de yer ayırtmak için kullanabilirsiniz. Siteye üye
olmak ücretsiz. Rezervasyonda da herhangi bir sorunla karşılaşmadık.
Oturduğunuz yerden Empire State'i görebiliyorsunuz
3. GÜN
Hem hava pek güzel olmadığından, hem de her ayrıntıyı görme hevesimizden
oldukça hareketli, indi/bindili bir gün geçirdik. İlk durağımız Chrysler Building idi.
Kendisine aşağıdan selam verip, hemen
yakınındakiGrand Central Terminal’e (Tren Garı) yöneldik. Ben artık çalışmıyor
sanıyordum ancak trenler ve insanlar gidip geliyormuş. Pek çok büyük salon var
içeride. Oldukça hoş ve tarihi bir bina.
Şirin bir taksi durağı :)
Gardan sonra New York
Halk Kütüphanesi’ne uğrayıp 5. Cadde’deki Simit Sarayı’na geçtik :D
Ne yazık ki büyük okuma salonu yenileme çalışmaları sebebiyle kapalıydı.
Simit Sarayı’nda bir
şeyler atıştırdıktan sonra metro ile Rockefeller Plaza’ya gittik.
Dilerseniz Empire State Bulding gibi Rockefeller’ın da tepesine
çıkabiliyorsunuz. Sanırım fiyat olarak biraz daha ekonomik. Plazanın öndeki
meşhur buz pateni pistini ve meydanın hemen köşesindeki Lego
mağazasını da fotoğraflayıp St. Patrick’s Katedrali’ne uzaktan göz
kırptık.
Buz pateni pisti ve Rockefeller Plaza... Yağmur sağ olsun biraz ıslatmışız lensi..
Rockefeller Plaza'nın içindeki ayakkabıcı... Aslında pek çok yerde gördüm de sadece burada fotoğraflayabildim koca koca sandalyelerde ayakkabılarını cilalatanları :) Özel de bir ismi vardır sanırım bunların ama unuttum...
Lego'dan dev ejderha :)
Ayrıca Rockefeller ve önündeki meydanın da bir benzerini legolarla yapıp mağazaya koymuşlar :)
New York taksileri ve St. Patrick's Katedrali
Sakın! Sakın ama sakın aklının şöyleee ufacık bile olsa ucundan geçireyim deme... Sakın park etme :D
Gerisin geri geldiğimiz metro istasyonuna dönüp
bu sefer de Amerikan Doğal Tarih Müzesi’ni görmek için Central Park
yönüne doğru yol aldık.
Yaklaşık yarım saat yanlış kuyrukta bekledikten
sonra (müzenin iki girişi var. Biri ana cadde üzerinde, biri metro çıkışına
yakın yan cadde üzerinde. Yan giriş sizi doğrudan müzenin astronomi ile ilgili
kısmına yönlendiriyor. Ana giriş ise hayvanlar ve dinozor kemiklerinin olduğu
kısma açılıyor. Elbette müzenin içinde de iki bölüm arasında geçiş olanağı var)
müzenin paralı olduğunu öğrendik. Oysa tıpkı Washington’daki gibi ücretsizdir
diye düşünmüştük. Meğer sadece ana girişteki 3 dinozor iskeletini görmek
ücretsizmiş, geri kalan için yetişkin 22, öğrenci ise 17 dolar sanırım. Biz
gittiğimizde cuma öğleden sonra idi ve içeride inanılmaz kuyruk vardı. En
mantıklısı biletlerinizi önceden, internet üzerinden satın almanız. Mümkünse
hafta sonu dışında bir vakit seçin çünkü cuma günü bile içeride nefes almak
zordu. Bedava olmadığını fark edebilseydik ve gezecek başka günümüz olsaydı
gelip görmek istiyorduk, çünkü dünyadaki en büyük dinozor kemiği koleksiyonu
bu müzede bulunuyormuş. Sağlık olsun artık başka sefere :D
Müzedeki hayal kırıklığının ardından bir şeyler
atıştırmak üzere Central Park’da mola verdik.
Akşama NBAmaçına gideceğimizden
kendimizi artık daha fazla yormayalım diyerekten son olarak parka yakın Opera
binasını da dıştan gördükten sonra kaldığımız yere geri döndük.
Belki Beyzbol maçına gidemedik, ama çok daha
eğlenceli ve gitmeyi istediğimiz bir başka aktiviteyi gerçekleştirmiş olduk ve
akşamleyin NBA maçına gittik. Brooklyn Nets evinde Toronto Raptors’u
ağırlıyordu. Maç Barclays Center’daydi. Elbette akşam yemeğimizi maçı
seyrederken yedik. Maç, 114’e 109 Brooklyn Nets üstünlüğüyle bitti. Maç oldukça
heyecanlıydı, ancak maç dışında seyircileri seyredip o ortamı yaşamak da hayli
keyif vericiydi. Hatta seyircilerin çoğunun sırf şov için geldiğini, basketle
alakaları olmadığını düşünüyorum o derece :) Her molada çalan müziklerle coşan
insanları görmek bir hayli ilginçti. Ponpon kızlar sadece 2-3 kere kısa kısa
sahne aldılar. Pek göz önünde değillerdi, ben tam tersi düşünmüştüm. Bu arada molalarda sadece müzik yoktu, aynı
zamanda seyirciler arasında olduğunuz için ödül tişört kazanabilirsiniz
(tişörtleri bazuka vari bir mekanizmayla seyircilere atıyorlar :D ). Bu arada
gecenin meşhuruna (bkz. savaş gazisi ya da kahraman polis) da iki arada bir
derede madalya vermeyi ihmal etmiyorlar. Biz gittiğimizde kahraman polis X.
ödülünü alıyordu. Tabii Kiss Cam gibi aktiviteleri de unutmayalım... Neyse ki
biz en en en üstte oturuyorduk da bu tarz olaylar bizi bulmadı :D Bu arada
belirteyim, maçı en üstten izlememize rağmen hiçbir açı sorunuyla
karşılaşmadık. Evet kuleye tırmanır gibi yukarı tırmanıyorsunuz ve gerçekten de
sahaya uzaksınız, ama çok da uzak hissetmiyorsunuz kendinizi, maça gidecekseniz
düşünebilirsiniz, ucuza (sanırım 20 dolardı , tabii maçına göre değişiyor
fiyatlar) bilet bulabilirsiniz.
Toronto Raptors vs Brooklyn Nets
Maçtan bir kare
'Hero of the game'
Maçtan bir kare
Ponpon kızlar
Haydi herkes ayağa, eller havaya :D
Kiss Cam:
Biraz gürültü yapalım:
Tişörtler atılırken:
Ponpon kızlar:
4. GÜN - SON GÜN
New York’da son günümüzü “şuaraları da görebilirsek fena olmazdı” diye geze
geze geçirdik. İlk durağımız şehrin ücra köşesi Bronx idi.
Yankee Stadium
Edgar Allan Poe'nun Bronx'daki evi (Sonunda bi evini gördük ya artık gam yemem :D ) Eskiden Bronx'daki her ev böyleymiş, şimdi çevresinde buna benzeyen başka ev yok, tek başına bir parkın içinde duruyor.
Bronx'dan dönerken metroda sürekli gördüğüm, ama abartı olduğunu düşündüğüm uyarının da gerçekliğini görmüş oldum. Kamerayı açmam biraz uzun sürdü, iyi çekemedim, o yüzden internetten bulduğum başka bir videoyu paylaşıyorum. Benim gördüğüm bu kadar abartı değildi, ama buna yakındı :D
"Demirler güvenliğiniz içindir, yeni moda alışkanlıklarınız için değil" (en azından böyle bir anlama geliyor..) Kaynak
Bronx’dan
sonra tekrar şehrin merkezine dönüp Chinatown
ve Little Italy’i arşınladık.
Gerçekten de Chinatown’da banka isimlerinden, sokak isimlerine kadar her şey
Çince. Evlerin mimarisi bile Çin’e benziyor, taaa Çin’e gitmeden film çekmek
gerçekten de olası.
Chinatown’un ortasında kalan Little Italy ise tam bir Mafya cenneti. En azından
bize öyle geldi... Pizzacının kapasında içeri buyur eden adam bile girsek
kesecekmiş gibi bakıyordu :D
Paskalyanın geldiğini en iyi İtalyan mahallesinde anlıyorsunuz :)
Bu da Chinatown'dan sonra denk geldiğimiz Adalet Sarayı..
Son durağımız ise Brooklyn’di. Eh Brown stone house kavramını görmeden
dönmeyelim dedik, gerçi Baltimore’da da pek çok örneğini görmüştük. İçlerini de
görsek daha değişik olabilirdi. Gerçekten de hoş evler. Pek hoşumuza gitti
bizim Brooklyn, New York’da yaşamak gerekseydi bu kısmı seçerdik herhalde
(gerçi Queens kısmına gitmedik, orası nasıl tam bilemiyorum)
Brooklyn'den Manhattan
New York’daki son akşam yemeğimizi ise 10. Cadde üstünde (W 42 ve W 46
sokakları arasında) bir İtalyan lokantasında yedik. Her ne kadar servisi yapan
herkes İspanyol ve servis de biraz yavaş olsa bile yemekler güzeldi. Yalnız
dikkat edin, bizim gittiğimiz restoranda servis fiyata dahildi, bu gibi
durumlarda ekstradan bahşiş bırakmaya gerek yok diye okuduk.
Biz Yapamadık ama Siz
Yapabilirsiniz...
Peki bizim NY’dayken yapmaya fırsat bulamadığımız, ama size
önerebileceğimiz şeyler neler bir bakalım...
Tablolar ve
sanat ilginizi çekiyorsa (hatta belki çekmiyorsa bile) Modern Sanat Müzesi’ne (MoMA) gidin. Yetişkin 25
$, indirimli 14 $ diye okumuştum.
Ulaşım
Müzesi’ne (Transit Museum) gidin.
Özellikle çocuklu aileler için oldukça eğlenceli olduğunu işittim. Yeri
Brooklyn’de.
Bizim kaldığımız
binada gökdelen olduğundan şehri kısmen ayaklarımızın altında gördün terasına
çıkınca, eğer sizin böyle bir şansınız yoksa çıkabildiğiniz kadar yüksek başka
bir binaya çıkıp bakın derim. Bu Rockefeller, Empire State ya da herhangi bir
teras bar/restoran olabilir (Empire state’in son katına kadar çıkmanın 50$
civarı olduğu düşünülürse ters restorana gidip kısmen aynı fiyata bir şeyler
yemek daha keyifli olsa gerek :D ).
Yankee Stadium’da
bir beyzbol maçı izleyin.
Harlem’de jazz
dinleyin.
Yine Harlem
veya Bronx’daki kiliselerden birinde pazar ayinine katılıp koroyu dinleyin.
İnanılmaz neşeli oluyormuş diye duydum, ama gözlerimle görmedim bilemiyorum.
Ayrıca hangi saatte gitmeli, ya da özellikle gitmek gereken bir kilise var mı
bu aktivite için bilemiyorum. Araştırmak gerek :)
Brooklyn’deki
Proespect Park’a gidin. İçindeki
botanik bahçesini de gezmeyi unutmayın.
The Coney Island Cyclone’u görün, dilerseniz binin. Kendisi ahşap bir roller coaster, yalnız
dikkat edin oldukça yaşlı olduğu için ara sıra durabiliyormuş. Mesela biz New
York’a adım atmadan bir hafta kadar önce sezon açılışını yapmış ve yaptığı gibi
de ilk hareketinde üzerindekileri tepede mahsur bırakmıştı. Biraz da o yüzden
binmekten vaz geçtik :p
Bronx’daki Hall of Fame for Great Americans’ı
gezip tarihteki önemli Amerikalıların büstlerini ziyaret edin. Giriş
ücretsizmiş.
Bunlar da ABD gezimizle ilgili diğer yazılarım, ilginizi çekebilir (başlıklar açıldıkça bağlantılar aktif olacaktır.)
* Haritaya yakınlaşmak için farenizin sol tuşunu, uzaklaşmak için ise sağ tuşunu kullanınız.
* Her yerimi, o şehirle/ülkeyle ilgili bir yazıma bağlı. Yazıya ulaşmak için ime tıklayınca çıkan adresi kopyalayıp tarayıcınıza yapıştırmanız yeterli.
* Gezi üzerine olmayan yazılarıma ulaşmak için (örneğin konserler ve hobi yazıları) lütfen arama kutucuğunu ve üst barda bulunan 'sayfalar'ı kullanın.
İyi okumalar :)
TAKIPTE KALIN !
Dilerseniz, İpek's Photoblog'u Facebook ya da Instagram sayfalarından da takip edebilirsiniz. Sayfalara ulaşmak için ikonlara tıklamanız yeterli :)
0 yorum:
Yorum Gönder