2 Mart 2012 Cuma

Bir The Doors şarkısı gibi başladı Cenevre maceram. Bundan tam 2,5 yıl önce bu bilinmezliğe ilk adımımı attığımda, kendimi bu dünyanın en “kalabalıklarda” yalnız insanı ilan etmiştim. Maximum 10m2’lik odamda oturmuş, şarkılar bir bir çalarken bilgisayarımda, ERASMUS sürecinde neler olacağını, İstanbul’da bıraktığım sevdiklerimi, tek başımalığımı ve klasik bir biçimde hayatı
sorguluyordum.

Her ne kadar o günlerde aktif bir değişim öğrencisi olsam da, kuracağım tüm arkadaşlıkların fotoğraflarda kalacağını ve İstanbul’dan başka hiçbir yerde mutlu olamayacağımı düşünüyordum. Sanırım biraz da bu vesilesiyle kendimi sosyal ağların içinde buldum. Öncelikle pek kullanmadığım Facebook’u daha aktif kullanmaya başladım, sonrasında DeviantArt sayfamı güncellemediğim kadar güncellemeye... Derken, bir yerden sonra arkada bıraktığım arkadaşlarımla konuşmak kesmemeye başladı beni. Ayrıca insanları da sabahtan akşama kadar esir alamazdım ya! Böylece bir blog açmaya karar verdim. Zaten pek kullanmadığım bir Wordpress hesabım vardı, önce ona yöneleyim dedim, sonra aklıma Türkiye’de yasaklı olduğu geldi. Biraz araştırdım ve blogspot’da karar kıldım.

Sonra günler geçmeye, ben gezmeye başladım. Gezerken çektiğim fotoğrafları, anıları sizlerle paylaşmayı alışkanlık haline getirdim. En azından 2010 yılı şubata kadar.

Peki sonra ne değişti? Ben yazmayı kestim mi? Aslında hayır, yazmaya tam hız devam ettim; fakat yayınlamaktan vazgeçtim. Beni benden başka duyan var mıydı ki hem? Ayrıca ilk dönem ki düşük notları bir şekilde telafi etmem, derslerime yoğunlaşmam gerekiyordu. Dışarıda (internet dışında) hayat durmuyordu ki?

Derken temmuz oldu, Cenevre’den ayrılık vakti geldi. Arkadaşlarla vedalaştık, neredeyse bir yıldır dönmediğim İstanbul’uma kavuşma hasretiyle uçağa bindim. İlk bir kaç hafta trafikte bir kaç ezilme tehlikesi geçirmek dışında güzeldi, arkadaşlarla buluşmak, aileye kavuşmak, özlenen yerlere gitmek, bir derece de olsa daha rahat para harcayabilmek (ne de olsa dünyanın en pahalı 10 şehri listesine daimi üye olmuş bir şehirden dönülmüştü), göl kenarına değil ama deniz kıyısına inebilmek ve o iyotlu havayı koklayabilmek... Ama sonra fark ettim ki “hiç alışamam ben bu modern köye” dediğim Cenevre’ye aslında çok alışıvermişim. İstediğimde sessiz sakinlik içinde kafa dinlemeye, yayalara insan gibi davranan sürücülere, en yakın ormanlık alanın 5dakikalık mesafede olmasına, temiz havaya, insanların birbirine çarpmadan yürümesine veya laf atmamasına, ulaşım araçlarının tıklım tıkış olmamasına hepsine çok alışmışım. O yüzden dönüşüme pek de sevinememiştim belki de...

Ve belki de yine bu yüzden yüksek lisans için, dönüşümden bir yıl sonra tekrar İsviçre konsolosluklarında vize kuyruklarında beklerken buldum kendimi. Yine bir hüzün, yine bir telaş ve “acaba doğru mu?” heyecanı vardı içimde. Aileye güle güle demek, arkadaşlara bir nevi veda etmek. Ardından Cenevre’ye, bu kez daha bi’ kendi ayakları üzerinde adım atmak. İşte bu sefer bilmediğim, çok daha zorlu bir süreç başlıyordu benim için. Biraz da olsa ayrıcalıklı, eğlenceli ERASMUS günlerimin aksine, sınıfta iyi bir yere gelmek için çabaladığım, öğrenci olmama rağmen oturma iznini bile güç bela aldığım, bazı konularda 2. sınıf muamele gördüğüm ve çok daha fazla hayatın gerçekleriyle burun buruna geldiğim bir süreçteydim ve hala da o süreçteyim.


İlk defa yaş günümü tek başıma kutlamak, dilediğimde buluşup içimi dökeceğim arkadaşlar bulamamak, her ne kadar samimi olmaya çalışsalar da yine de samimi olamayacağımı görüp üzüldüğüm arkadaşlar... Sanırım hikaye bir nevi başa sarıyordu. People are strange when you’re a stranger... Ve ben, tekrardan kendimi sosyal ağların, bilgisayarımın karşısında buluyorum. Müzik dinlediğim, ders çalıştığım, yazı yazdığım, film izlediğim, arkadaşlarımla haberleştiğim, belki normalde yararından çok zararı olan o ağların, bilgisayarımın içindeyim. Bazen çok sanal geliyorum kendime. Bir bakıyorum saatler geçmiş hiçbir şey yapmadan. Bir bakıyorum bana inanılmaz zaman kazandırmış, sevdiklerimi bana bağlamış.

Sonuç olarak insanın alışkanlıklarını değiştirmesi bazen çok güç oluyor. Bu “bir oraya bir buraya” savrulduğum değişim her ne kadar sancılı geçse ve ben ara sıra depresyona girsem de (Bkz. yazının ortaları) yani şu Türk filmlerin veya şiirlerde geçen “sıla hasreti” ve “gurbet eller” kavramına kendimi çok kaptırsam da, aslında her yerin ayrı bir güzelliği var. Şimdi düşünüyorum da, buradaki arkadaşlık anlayışım farklı olsa da yine de pek çok anı paylaştığım, pek çok arkadaşa sahibim ve sanırım, ara sıra sorgulasam da İstanbul’un bendeki değeri hiç eksilmeyecek. En favori şehrim... benim şehrim...

0 yorum:

Yorum Gönder