Sonunda biz de Amerika’ya ayak bastık.
Evet, hakikaten de her şey filmlerden fırlamış gibi, bu kadar gerçekçi filmler
yaptıklarını bilmiyordum Amerikalıların... Yine de artık kendimizi fazla
doldurduğumuzdan mı, ya da belki de koca ülkenin tamamını gezmediğimizden mi,
bizi pek tatmin etmedi gördüklerimiz.
Eğlenceli, en azından hayatta bir kere gidilip görülesi yerler, ancak iş
yaşamaya geldi mi, bence dünya üzerinde bulabileceğiniz çok daha şahane yerler
var :) Neyse sözü fazla uzatmadan gezdiğimiz 5 şehir üzerine deneyimlerimi
anlatayım. İlk şehrimiz, vaktimizin çoğunu geçirdiğimiz Baltimore idi. Her
şehir için ayrı başlık açacağım. Bu ilk yazı olduğundan her şehri listeleyip
metinler arasında geçişinizi kolaylaştırayım (Makaleler yayımlandıkça başlıklar
aktif olacaktır).
- Baltimore (Ki bu yazı zaten Baltimore’u anlatacak).
- Philadelphia
- Washington DC
- New York
- Boston
Pek çok internet sitesinde ABD’ye nasıl
vize alınabileceği ve prosedürün nasıl işlediği anlatılıyor. Ben de kısaca bir
geçiş yapmış olayım. ABD vizenizi size en yakın ABD baş/konsolosluğundan alabiliyorsunuz.
Ben Bern’den aldım. Konsolosluklarda prosedürün aynı olduğunu varsayıyorum.
Örneğin içeri girerken herhangi bir elektronik eşya sokamıyorsunuz,
ihtiyacınızdan fazla belge getirmenize gerek yok vs. Ben de sorun çıkmaması
için telefonum da dahil olmak üzere üzerimdeki her şeyi dışarıda bekleyecek olan
aileme bıraktım ve içeriye tek başıma girdim. Zaten işi olmayanları içeri almıyorlar.
Güvenlik kontrolünden geçtikten sonra belgelerinizi kontrol ediyorlar ve iki
defa da sorguya çekiliyorsunuz. Her ne kadar genel olarak stresli bir ortam
olsa da, bana schengen vizesi almaktan daha kolay geldi ABD vizesi almak.
Sorulara doğru ve dürüst cevaplar verdikten ve ülkenize geri döneceğinizi kabul
ettirdikten sonra vizenizi kolaylıkla vereceklerdir.
Sonrasında uçakta, ülkeye giriş yaparken
de bir form dolduruluyor. Zaten hostesler gerekli formu size verecektir. Bu
doldurduğunuz formu da indiğiniz havalimanındaki görevlilere teslim
ediyorsunuz.
Biz hem diğer havayolu şirketlerine göre
daha ekonomik, hem de daha kaliteli hizmet sunduğunu düşünerek THY ile uçtuk.
Açıkçası memnun da kaldık. Tek problem, eşim Türk vatandaşı olmadığı için onun
neden İstanbul üzerinden ABD’ye gittiğine takıldılar ve her seferinde
gümrüklerde cüzdanının içine kadar aramadan geçmesi gerekti. Bana hiçbir
terslik çıkarılmazken onu bu kadar uğraştırmaları biraz sinirimize dokundu
açıkçası. İşin kötüsü ilerde ülkeyi tekrar ziyaret ederse herhangi bir sorun
çıkartıp çıkartmayacaklarını da bilemiyoruz. Umarız bir problem olmaz.
Uçakta, genel ihtiyaçlarınıza hitap eden kutucuklar dağıtılıyor. İçlerinde çorap, diş fırçası diş macunu, dudak kremi gibi şeyler bulunuyor. Ayrıntılı fotoğraf hemen aşağıda görülebilir. |
Gelelim ziyaretimize... İstanbul’dan doğrudan
Washington Dulles havalimanına uçtuk. Uçuşumuz yaklaşık 12 saat sürdü. Genel
olarak sakin bir uçuştu. Tek anlayamadığımız nokta, uçağımızın ABD saatiyle
19:00’da havalimanına inecek olmasıydı; İstanbul’la Washington arasında 6 saat
fark olduğunu biliyorduk, ama ne hesap yaparsak yapalım fark 5 saatte kalıyordu
(birkaç gün sonra bunun sebebini bulduğumuzda çok güldük. Bu yıl Türkiye’de ve
Avrupa’da saatler yanlış hatırlamıyorsam 29 martta 1 saat ileri alındı. Oysa
ABD’de 8 martta ileri alınmış. Biz gittiğimizde ayın 9’uydu ve saatleri farklı
zamanlarda değiştirdiklerini bilmiyorduk :) ).
Washington Dulles Havalimanı’ndan
Washington merkeze gitmek bize biraz zor gözüktüğünden (2 metro 1 otobüs
değiştirmek gerekiyordu) ve Baltimore’a da gitmek arabayla 1,5 saat
sürdüğünden, vardığımız saat itibariyle havalimanının yakınındaki bir otelde
konaklamaya karar verdik. Otelimiz gayet tipik Amerikan motelleri şeklindeydi,
pek hoşumuza gitti. ABD’de yatakların da kocaman olması büyük avantaj, rahat
rahat yatıyorsunuz.
Televizyondaysa aşina olduğunuz televizyon
dizilerini görmek insanı hüzünlendiriyor. Öte yandan hemen her şeyin tv
dizilerindeki gibi olduğunu görünce gülmedik de değil. Örneğin Better Call Saul
ve Breaking Bad serilerinden tanıdığımız Saul Goodman karakterinin avukatlık
reklamlarının hemen hemen aynılarını televizyonda görmek bana korkunç eğlenceli
geldi (bir yandan da trajik geldi aslında...).
Ayrıca normalde farkına varmadığımız,
ancak ne kadar Amerikanvari olduğunu ancak bu ülkeye ayak basınca anlayabildiğimiz
şeyler de var : Her arabanın otomatik olması, tüten kanalizasyon kapakları(bkz.
ilk fotoğraf), içi su dolu klozetler,
Artık evcil hayvanların su içmek için neden tuvaleti kullandıkları daha bir şekillendi kafamda |
on/off yazan elektrik düğmeleri,
Güzel bir uygulama, ampul değiştirirken 'acaba düğme kapalı mıydı ki?' diye düşünmenize gerek kalmıyor. |
dolap
içindeki ışıklar,
öten çaydanlıklar,
koca koca bilboardlar,
pek çok kilise ve tabii ki önlerindeki panoda bulunan yaratıcı kilise yazıları,
her şeyin abartılması,
100 tablet? |
korku filmlerinden
fırlamış gibi kocaman tırlar, oradan oraya taşınan evler (evet, küçük evinizi
bir yerden bir yere taşıyabiliyorsunuz), herkesin elinde kahve bardaklarıyla
gezmesi, polis memurlarının obez olması (bu noktada bir açıklık getireyim,
öncelikle bu cümleyi herhangi bir aşağılama için söylemiyorum, sadece olan bir
durumu ve filmlerdeki karakterlerin abartılmadığını söylemek için yazıyorum,
ayrıca bir olay olduğunda nasıl koştuklarını da merak etmiyor değilim o yüzden
aklıma takıldılar) ve zeplin..
Evet zeplin. Tabii ki bizden uzakta olduğu ve elimde fotoğraf çekebileceğim sadece telefon olduğundan ancak bu kadar oldu. Ama sanırım günümüzde ABD dışında başka bi yerde göremeyiz zeplin. Film gibiydi gerçekten :p
Gelelim ulaşım problemine. ABD’de arabanız
yoksa oradan oraya gitmenin zor olacağını işitmiştik. Ancak imkansız
olabileceğini düşünmemiştik. Özellikle şehirler arası yolculuk bir kabus
olabilir. Uçağı hem pahalı olabildiğinden, hem de kısa mesafeler için vize
kontrolü vs. ile uğraşmamız gerekebileceğinden tercih etmedik. Trenler bazen
haddinden fazla pahalı olabiliyor ve otobüsler üzerine de çok güzel şeyler
okumadık. Ancak diğer yazılar da görebileceğiniz üzere sonunda hepsini denedik.
Araba da kiraladık, otobüsle de, trenle de yolculuk ettik. Bunlara alternatif
olarak bir de shuttle denilen minibüs sistemleri var. Bunların en bilineni
Super Shuttle. Bir de Washington DC - Baltimore arasında çalışan Supreme
Shuttle var. Bu Shuttle servislerinin havalimanlarında bürosu oluyor,
istemeseniz de göreceksiniz zaten üstünüze atlıyorlar. Gitmek istediğiniz yeri
söylüyorsunuz, size ona göre bir tarife çıkartıyorlar. Başka insanlarla
birlikte sizin için tahsis edilen minibüse binip evinize/otelinize
gidiyorsunuz. Peki avantajları ve dezavantajları ne bu sistemin:
- Eğer aceleniz varsa pek pratik bir çözüm değil, çünkü beklemek zorunda kalabilirsiniz (biz, şansımıza kullandığımız her iki seferde de sadece 15-20 dakika bekledik), ayrıca sizden önce yol üzerinde bırakılacak çok kişi varsa onları da bekliyorsunuz.
- 1 ya da 2, hadi hadi en fazla 3 kişiyseniz ekonomik, ancak 3 kişiden daha kalabalık gruplar için taksi daha cazip bence.
- Havalimanından otele/eve gitmek için kullanmak mantıklı, ancak otelden/evden havalimanına gitmek için kullananların bayağı sorunla karşılaştığını okudum internetteki yorumlarda. Aklınızda bulunsun, uçağı kaçırmayın :).
Her şeye rağmen bize en makul yöntem bu
shuttle işi geldiğinden ertesi sabah havalimanına geri dönüp minibüse atladık
ve 1,5 saatte, yaklaşık olarak 3 hafta boyunca konaklayacağımız Baltimore’daki
otelimize vardık (kaldığımız yerin ismi Broadview apartments idi. Hani öğrenci olarak gidip kalacak olur, aşağıda fotoğraflarını görmüş olursunuz :) )
Ayrıca kaldığımız dairede Ataşehir'deki bi' kuru temizleme dükkanından getirilmiş askıları bulmak beni fazlaca duygulandırdı :D
Baltimore aslında çok güzel
olabilecek, fakat ne yazık ki aynı zamanda oldukça tehlikeli sayılabilecek bir
liman şehri. Hele bir de gelmeden The Wire tarzı Baltimore’da geçen bir dizi
izlediyseniz vay halinize, insan dışarı çıkmaya tırsıyor. Gerçi çok da haksız
sayılmayız belki... Örneğin saat 9'dan sonra 11 yaşından küçüklerin, 10'dan
sonra 16 yaşından küçüklerin sokağa tek çıkması yasakmış. Ayrıca bir
tanıdığımızın gündüz vakti evinin (yurt binası daha doğrusu, sözde güvenlikli)
garajında arabasının camını kırıp içinde ne buldularsa almışlar, aynı şekilde
bi 5-10 arabaya daha hasar vermişler. Bizim bulunduğumuz kısım, şehrin ve özellikle tıp
alanında dünyanın önde gelen üniversitelerinden Johns Hopkins’in kampüsüne
yakındı. Nitekim eşimin işi de oralardaydı zaten. O yüzden biraz daha
güvenlikliydi, ama bahsettiğim yurt binası da bize çok yakındı. Bir de şimdi düşününce, aynı gece 2 günlüğüne kiraladığımız arabanın yurttan iki adım ötedeki, güvenliksiz açık otoparkta olması ve başına hiçbir şey gelmemesini ise şans olarak yorumluyorum...
Yine de çevrede huzur dolu gözüken bahçelikli, verandalı o kadar çok ev var ki. Ben doğru düzgün fotoğraflayamadım gerçi. İlk üç foto benimkiler
Kaynak: Wikipedia |
Kaynak |
Otele varır varmaz aksilikler üst üste
geldi. Önce internetimiz çalışmadı (koca Amerika’dayız yani internet nasıl
çalışmaz cık cık). Neyse ki benim 5 katım büyüklüğündeki Adam geldi de
internetimizi tamir etti. Ardından bir üst katımızdaki çamaşır makinası
akıtmaya karar verdi, sabahın köründe üzerimize şıp şıp damlayan sularla
uyandık. Dairemizi değiştirdiler, ancak yeni dairede de internet çalışmıyordu.
Birkaç gün onun düzeltilmesini bekledik...
Bu arada asıl sorunumuz yemeklerleydi. Kendimize
ait dairemiz olduğundan güzel güzel alışveriş yapar, dışarıda para harcamaz
kendimiz pişiririz diye düşünüyorduk; ancak hem arabamız olmadığından, hem de
sağlıklı yiyecekler bulamadığımızdan planlarımız suya düştü. Köşedeki tek,
küçük bakkal dışında ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimiz bir yer yoktu. Neyse
sağ olsun bir arkadaş bizi arabasıyla birkaç defa büyük süpermarketlere götürdü,
ancak bu sefer de alacak doğru düzgün bir şey bulamadık. Şunu peşin peşin
söyleyeyim, ABD’de her şey şekerli. Taş fırın ekmeği görünümlü ekmeklerde bile
şeker tadı var. Hatta garip bir şeker tadı var. Hem ucuzdur, hem bildiğimiz
tattır diye aldığımız Starbucks kahvelerindeki şekerin tadı bile farklı,
içemeyip attım yarısını çöpe. Kolayı çok severim, kola bile içemedim. Nasıl alışkanlık
yapıcı maddeler koyuyorlarsa gıda ürünlerine, herhalde belirli bir yaştan sonra
deneyenler için çok kötü geliyor tadı. Tek sağlıklı bulduğumuz yiyecek thai
mutfağı idi. Sabah akşam noodle yedik o derece :D Neyse fazla kötüledim,
elbette vardır iyi şeyler satan dükkanlar da, ama hakikaten şehrin yerlisi
olmak, altınızda da bir araba olması gerekiyor o yerleri bulmak için.
Bu ejderha şeklindeki pedallar siz çevirmeden de sizi götürüyormuş, ancak nereye götürdüğü şüpheli. Yalnız sanıyorum ki asıl nokta kalori yakmamak, nereye gittiğinizin önemi yok :p |
Limandan manzaralar |
Limandan manzaralar |
Zaten tüm turistik aktiviteler orada. En
görülesi ve yaşanılası yeri de liman çevresi. Ucuza balık, karides ve yengeç
yiyebileceğiniz pek çok yer var. Gitmişken Baltimore’un meşhur yengeç
köftesinden yemeği unutmayın. Zaten genel olarak ABD’de yemek fiyatları çok
yüksek değil, ancak çok ucuz bir şeyler de beklemeyin. Ayrıca menüdeki fiyatlara
aldanmayın, onlar kdv dahil olmayan fiyatlar. Yemeklere yaklaşık olarak %15 kdv
ekleniyor, alkollü içeceklerde kdv daha da yüksek. Ayrıca bütün bu kdv
işlerinden sonra bir de size servis yapan garsona bırakacağınız bahşiş meselesi
var. O da yaklaşık olarak %15. Çoğu restoranda size fişi getirdiklerinde
altına da verebileceğiniz bahşiş oranlarını yazıyorlar. Bir nevi kolaylık
oluyor, o oranları kontrol edip bahşiş bırakabilirsiniz. Yine alkollü içecekler
için barmene %20 belki daha fazla bahşiş bırakmanız gerekiyor. Sakın bahşiş
bırakmamazlık etmeyin, yoksa bayağı problem çıkartabildiklerini duydum. Sadece
self servis olan dükkanlarda bahşiş bırakma zorunluluğu yok.
Eğer deniz ürünleri ve kızartma ile aranız iyiyse bubba gump shrimp'e gidebilirsiniz. |
Hazır laf fiyatlardan açılmışken şunu da
söyleyeyim, bence elektronik olsun, yeme içme ya da elbise alışverişi olsun,
ABD o kadar da kârlı bir yer değil. En azından marka elbise almayacaksanız, ya
da bazı elektronik ürünler için Avrupa’ya gelme fırsatınız varsa taa
Amerikalardan eşya taşımanın lüzumu yok. Sadece Apple ürünleri için olabilir
belki. Fotoğraf malzemeleri bile İsviçre ile aynı fiyatta, boşu boşuna garantisiz
ürün taşımaktansa Avrupa’dan almak daha mantıklı (tabii durumlar, imkanlar çerçevesinde
düşünülebilir). Tek ucuz şey benzin. Onu da paketleyip getirmeye imkan yok :)
Bir galonu (yaklaşık 3.8 litresi) 2,8 $ idi Baltimore’da. Yani litresi ortalama
0,7 dolar (şimdi ki kurla 1,9 lira).
Peki, tüm bu para işlerinden sonra limana
indiniz, ne yapabilirsiniz? Bir kere limana demirlemiş 2 savaş gemisi 1
denizaltı var onları gezebilirsiniz (Historic
Ships in Baltimore). Sadece birine bilet alabileceğiniz gibi iki veya üçüne
de bilet alma şansınız var. Biz iki tanesine bilet aldık. Kişi başı 14 dolar
ödedik yanılmıyorsam. Oldukça hoş ve değişik bir gezinti yapmış olduk gemilerin
içinde.
Denizaltının gerçekten de karizmaydı |
Denizaltının iç kısımları |
Yatakhane kısmı |
Yemekhane kısmı |
Eh müzik kutusu olmadan yemekler nasıl geçsin. :) |
Girdiğimiz ikinci gemi, bu gemi Akdeniz'de, köle taşımacılığında kullanılmış |
Kaptan köşkü |
Biz denk gelemedik ancak gün içerisinde belirli saatlerde topların nasıl ateşlendiği gibi çeşitli etkinlikler düzenleniyormuş geminin içinde. |
Denizciler yattığı kısım |
Diğer üst düzey görevlilerin yattığı odacıklar |
Yine liman kısmında büyük bir akvaryum
bulunuyor. İçerisinde pek çok balık, kuş vs. varmış diye duyduk, bayağı da
meşhurmuş. Ancak pek çok başka yerde akvaryum ziyaret ettiğimizden pek bize
hitap etmedi. Maryland Science Center
(Bilim Müzesi) ve Hayvanat bahçesi de yine görmeyi isteyip sonra gezmekten
vazgeçtiğimiz yerler oldu.
Baltimore’da en çok görmek istediğim yer
aslında Edgar Allan Poe’nun mezarıydı. Aslında sonradan fark ettim ki Poe hemen
hemen her şehirden geçmiş. Ancak mezarı burada, Westminster Hall and Burying Ground’da gözüküyor. Ne yazık ki
hafta sonları kapalı gözüküyordu ve merkezden yürüyerek gitmek için pek ideal
bir noktada kalmıyordu mezarlık. Aslında yakınından ücretsiz otobüsler geçiyor
(evet şehrin merkezinde çalışan 3-4 hat var böyle, herhangi bir ücret ödemeden
binebiliyormuşsunuz, ayrıntılı bilgi ve harita için limandaki turist
bilgilendirme bürosuna başvurabilirsiniz), fakat bizim gittiğimiz gün
İrlandalıların St. Patrick günü kutlaması vardı ve kortej için tüm yollar kapatılmıştı.
Mezarı ziyaret edemedik ama korteji görmüş olduk :)
Sürücüler yolun
kapatılmasına çok sinirlenmişti. Çoğu yerde küfreden, durmaksızın kornaya basan
sürücüler gördük. İstanbul’u aratmıyordu ortam :D
Liman kısmı
dışında, özellikle Türkiye’den yurtdışına giden eserlere meraklıysanız
Baltimore Sanat Müzesi’ni gezebilirsiniz. Giriş ücretsiz (aslında bahşiş
bırakılıyormuş da biz gayet turist takılaraktan bahşiş falan bırakmadık,
güzelce gezdik çıktık :D ) ve içeride Antakya’dan getirilmiş pek çok mozaik
bulunuyor.
The Kiss - Rodin |
Van Gogh - A Pair Of Boots |
Pablo Picasso - Woman with Bangs |
Alberto Giacometti'nin gördüğüm ilk eserleri Lugano'da idi. O gün bugündür nerede görsem tanırım :) |
Müzelerde kesinlikle su içebileceğiniz musluklar bulunuyor. Havalimanında da vardı, hoş bir uygulama. |
Bunlar da Amerika'nın çıkarttığı eserler... |
Sanat Müzesi’ne
kadar gitmişken Johs Hopkins’in kampüsünü de gezebilirsiniz. Sürekli polis
dolaşıyor ama içeri girmek serbest. Herhangi bir kart göstermenize gerek yok.
Kampüs benim bayağı hoşuma gitti, oldukça ağaçlık, her yerde kafam kadar
sincaplar zıplıyor, onları izlemek ayrı eğlence.
Her yerdeler... tüten mazgallar :) |
Bahçede pek çok heykel vardı |
Biz oradayken bahar gelme halindeydi, eminim şimdi çok daha güzel olmuştur etraf. Nisan gibi gitmek daha akıl kârı sanırım. Çünkü biz gittiğimizde kar bile yağdı :D |
Kardelenler açarkene... |
Kampüsün içinde, çevresinde ve hatta çevresindeki yollarda acil durum düğmesi bulunan lambalar var. Başınıza bir şey gelirse, ya da bir şeyden korkarsanız basabiliyorsunuz. |
Sincapçık :) |
Hem belki üniversitenin
birinciliği elinde bulundurduğu Lacrosse karşılaşmalarından ya da baseball
antrenmanlarından birine denk gelebilir, belki ücretsiz bile izleyebilirsiniz :)
Şehirde görebileceğiniz diğer iki nokta Bromo Seltzer saat kulesi (her cumartesi 11 - 16 arası ziyarete açıkmış) ve asıl Washington Anıtı. Asıl Washington Anıtı’nın rahatlıkla Washington’daki anıtla bir alakası olmadığını söyleyebilirim (tabii ki görünüş açısından). Anıtın yanından geçerken hep bir araçtaydım, o yüzden fotoğraflayamadım. Ancak şöyle bir şey kendisi:
Kaynak: Wikipedia |
Son olarak birkaç
genel not ekleyeyim:
- Bizim bulunduğumuz şehirlerin hepsinde musluktan akan su içilebilir suydu; ancak Baltimore’da tadını pek beğenmediğimizden marketten su almaya başladık. Su da genellikle galonlarda satılıyor. Hani saf su sanmayın diye söylüyorum (biz arabalar için saf su sandık en başta ondan :D ) Ve bence mümkünse galonda değil ama plastik şişede olan sulardan alın. Galonlardakilerde biraz daha fazla plastik tadı var gibi.
- Eğer uzun süre ABD’de kalacaksanız pet ve cam şişelerinizi dönüştürürken para da kazanabilirsiniz. Her eyalette değişiyormuş oranlar. Baltimore’da 5 cent idi şişesi. Biz çok kalmadığımız için uğraşmadık, ancak sanırım bakkallarda veya marketlerde geri dönüştürüp paranızı alabiliyorsunuz.
- ABD’de polisin, özel hayatınıza karışmamak adına size kimlik sorma hakkı yokmuş. Bu her ne kadar güzel bir uygulama olarak gözükse de bana biraz açığı varmış gibi geldi; çünkü sizi herhangi bir şüpheliye benzetirse anında vurup etkisiz hale getirebilir, kimse de neden kimliğini sormadın demez büyük ihtimalle.
- Biraz da yukarıdaki maddeye bağlı olarak, arabanız varsa veya araba kiralarsanız polis sizi durdurduğunda ellerinizi direksiyona koymayı unutmamanız. Yoksa yine şüphe yaratabileceğiniz için vurulma riskiniz var. Yanınızdaki yolcuların ellerini nereye koymaları gerektiğini bilmiyorum, ama bence ne olur ne olmaz onlar da görünebilir bir yerde tutsunlar ellerini. :)
- Baltimore’da ulaşım bileti tek yön 1,6 dolar idi. Sanırım 3,5 - 4 dolar arasında da günlük bilet almanız olası. Ayrıca dediğim gibi şehir merkezinde ücretsiz ulaşım sağlayabileceğiniz otobüsler mevcut. Otobüslere önden biniyorsunuz. İnmek için de pencerelerin üzerinden geçen ipe asılmanız lazım. Basacak tuş göremedik.
- Olur da eczaneye gitmeniz gerekirse unutmayın her şey self servis. Yani ne ilaç alacağınızı kendiniz seçiyorsunuz. Tabii danışabileceğiniz birileri var ama genel olarak “şu reyona gidin, oradan ihtiyacınıza göre bir şey seçin” demekten ileri gitmiyorlar. Ayrıca kola, şeker ve diğer bazı gıda maddelerine ihtiyaç olduğunuzda bunları da eczaneden karşılayabilirsiniz :D
- Yukarılarda da yazdığım üzere halk müzelerine giriş ücretsiz. Dilerseniz gönlünüzden kopanı bırakabiliyorsunuz tabii ki. Bu durumdan en fazla katkı sağlayabileceğiz yer Washington. Birbirine yakın ve birbirinden güzel pek çok müzeyi ücretsiz gezebilir, bilgilerinize bilgi katabilirsiniz :)
- Kitaplara meraklıysanız, İngilizceniz de varsa kesin bir kitapçıya girin derim. Sanırım gezilerimiz boyunca gördüğüm en büyük kitapçı Barnes&Noble idi. İçinde yok yok, Baltimore'un Liman kısmında da kocaman bir binada bulabilirsiniz kendilerini. Üstelik 1-10 dolar arası ilginç kitaplar bulmanız da olası. Bir turlayın derim :)
- Müze, park, turizm bürosu gibi yerlerde ücretsiz çeşmeler bulmak olası. Hatta havalimanında bile vardı. Çok takdir ettim.
- Pizzalara dikkat çok büyük olabiliyorlar. Tek pizzayı ancak 2 hatta 3 kişi bitirebilirsiniz :)
Baltimore
üzerine söyleyeceklerim ve Amerika üzerine kısa notlarım şimdilik bu kadar. Bir
sonraki yazım Philadelphia üzerine olacak.
İyi eğlenceler
:)
0 yorum:
Yorum Gönder