30 Ocak 2014 Perşembe

Vietnam'da motosiklette taşıyabileceğiniz şeylere bir kaç örnek...

Sonunda yavaş yavaş da olsa tuttuğum notları bilgisayara aktarıp Vietnam ve Kamboçya üzerine kaleme almayı planladığım yazı dizisine gördüğünüz üzere başlamış bulunuyorum.

Bu yazıda sizlere genel olarak Vietnam'dan bahsedeceğim, aslında bu bölümü diğer yazıları bağlayan bir 'içindekiler bölümü' olarak düşünebilirsiniz. Zaten ortalama üç hafta süren bir macerayı tek seferde yazıya dökmek hem bana, hem size ızdırap olurdu diye düşünüyorum.

Öncelikle, hemen aşağıya sırasıyla gezdiğimiz yerlerin bir listesini yapacağım. İlerleyen günlerde yazıları yazdıkça, ismi geçen şehirlerin üzerine yazı bağlantılarını ekleyeceğim. Böylelikle kolayca yazılar arasında geçiş yapılabileceğini düşünüyorum.

Bütçe planlamanızda yardımcı olması amacıyla hazırladığım 21 günlük harcama listesini görmek için lütfen tıklayın.

Yolculuğun başlangıç noktası: Paris

Şimdi hep birlikte maceramızın başlangıç noktası olan Paris'e bir dönüş yapalım...

22 Aralıkta Paris'e vardığımızda, ertesi gün başımıza geleceklerden haberdar değildik. Bu yüzden gayet mutlu mesut bir şekilde ufak bir Paris turu bile yaptık. 23 Aralık saat sabah 10:30'da Charles De Gaulle Havalimanı'na vardığımızda da başımıza geleceklerden haberdar değildik, masumane bir şekilde kuyruğa girip beklemeye başladık.

Uçuşumuz saat 13:20'de, Vietnam Havayolları'ylaydı. Her ne kadar uçuştan yaklaşık 3 saat önce havalimanına varmış olsak da önümüzde kuyruk vardı. Mecbur beklemeye başladık. Saat 11:20 oldu, 30 oldu, 45 oldu, ama check-in bir türlü açılmadı. Derken bir Air France yetkilisi sıranın önlerinde dolaşıp milletin pasaportunu toplamaya başladı. Doğal olarak arkada kalan bizler olaydan biraz kıllandık. Check-in açılmamış olmasına rağmen havalimanının bilgilendirme panolarında uçuş normal bir şekilde yapılacak gözüktüğünden, bu durumun üzerinde fazla durmamaya çalıştık, fakat önden arkaya doğru söylentiler yayılmaya başlamıştı bile. Çok geçmeden Vietnam Havayollarının hiç bir gerekçe göstermeden 2 gündür uçuşlarını iptal ettiğini öğrendik. Bizim uçuşun yapılıp yapılamayacağının da belli olmadığını söylediler. İşin ilginç kısmı, panolarda herhangi bir gecikme veya iptalden bahsedilmesini geçtim, yapılacak uçuşun Air France ile ortaklaşa düzenleniyor oluşuydu. Yani her ne kadar Vietnam Havayollarıyla uçacak olsak da yolcuların en az yarısı biletlerini Air France üzerinden almışlardı. Sorumluluk daha büyüktü bir bakıma.

Ara ara çeşitli görevliler gelip aralardan bazı insanları almaya, öndekileri de çeşitli havayollarının check-inlerine yönlendirmeye başladılar. Çaresiz bir şekilde başımıza ne geleceğini beklemeye başladık. Ben zaten 12 saat uçak yolculuğu nasıl geçecek diye düşünürken, bir de uçamama endişesi çıkmıştı başıma. Saat 13:30 - 14:00 arası bir check-in masasının başına geçtiğimizde arkamızda hala bayağı insan bekleme halindeydi.

Bir umutla kontuardaki kıza, uçağımıza ne olduğunu sorduk. Bilmediğini, kimsenin ne olduğundan haberi olmadığını söyledi. Elinden geldiğince yardım edeceğini, bizi alternatif bir uçuşa aktarmaya çalışacağını söyledi. Normal şartlarda uçağımız Paris - Hanoi direkt uçuş idi, fakat hem biriken yolcular yüzünden, hem de yolculuğumuzun tam Noel arifesine gelmesi sebebiyle hemen hemen tüm uçaklar doluydu. Yanımızdaki kontuardakilere ertesi günden önce bir uçuş ayarlayamayacakları söylenince bir nevi başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Yine de olumlu olmaya çalışıp 'geç olsun güç olmasın' diye düşünmekle meşguldüm. Derken 20 - 25 dakikanın sonunda bizimle ilgilenen kız bir uçuş bulduğunu, Air China ile Pekin'e, oradan da Hanoi'ye uçabileceğimizi, uçağın saat 19:00'da kalkacağını söyledi. İşte o anda masanın üzerinden aşıp görevli kızın boynuna sarılabilirdim.

Hiç Hesapta Olmayan Durak: Pekin

Yolculuk Paris'den Pekin'e 10 saat, oradan da Hanoi'ye 4 saat sürecekti. İki uçak arasında 3 saat aktarma süresi vardı, kontuardaki kız, transit geçiş olacağından Çin için herhangi bir vizeye ihtiyacımız olmadığını söyledi. Böylelikle rahatladık ve check-in vaktini beklemeye başladık.

Saat 16:30 gibi kuyruktaki yerimizi aldık. Önümüzde herhalde en az 200 kişi vardı, bayağı uzun bir kuyrukta beklemek sonucu 17:30'a doğru Air China kontuarının önündeki yerimizi aldık ve kendilerinin yeterince yolcusu olduğunu, Vietnam Havayollarının kendileri ile herhangi bir irtibata geçmediğini, bilet kağıdımız olsa bile bilet kendilerinden alınmadığı için kendi yolcuları olmadığımızı, herhangi bir mesuliyet kabul etmediklerini, dilersek check-in'in kapanış saati olan 18:30'a kadar beklersek belki yer çıkabileceğini, ama onu da garanti edemeyeceklerini, çünkü bizden önce, bizim durumumuzda bekleyen 7 kişi daha olduğunu öğrendik. Doğal olarak sinirlerimize hakim olamadık ve itiraz ettik duruma, fakat değişen birşey olmadı. Mecburen bizim gibi Vietnam Havayollarının uçuşunda olan ve aynı şekilde Air China'ya yönlendirilen 7 kişi ile beklemeye başladık. Bu arada benim sinirlerim o kadar bozuldu ki oturup ağlamaya başladım, yanımıza gelen görevliye salya sümük arasında gevelediğim Fransızcamla, kaç aydır bu yolculuk için beklediğimizi, bunun balayı seyahatimiz olduğunu söyledim. Hani belki acır da biraz daha hevesle yer bulur diye...

Saat 18:30 olup check-in kapandığında, ortada bizden başka bekleyen kimse yoktu (bizim önümüzde olan 7 kişi, biz iki kişi ve iki de bizden sonra gelip aynı durumda yolcu olmak üzere 11 kişiydik). Saat 18:45 gibi önümüzdeki 7 yolcu için uçakta yer bulduklarını, bizim için de ayarlamaya çalıştıklarını söylediklerinde artık kalpten gidecektim. Sonunda biniş kartımızı aldığımızda saat 18:50 idi, o heyecanla kapıya koştururken pasaportları kontuarda unutmuştuk. Neyse ki görevli arkamızdan getirdi. Bu arada belirteyim, bizim arkamızda bekleyen diğer iki kıza uçakta yer bulamadılar. Fransızca falan da konuşamıyorlardı, onlar bizden sonra naptı Paris'de bilmiyorum.

Saat 19:00'da uçağa binip, bir şekilde çevremizdeki yolcularla yer değiştirerek yan yana oturmayı başardığımızda, artık 10 saatin nasıl geçeceğini düşünmeme gerek kalmamıştı, çünkü o yorgunluk ve stresle pat diye uyuyabilirdim...

Nitekim yemek yedikten sonra bir şekilde yarı uyur yarı uyanık sabah kahvaltısına kadar gayet çabuk ve rahat bir uçuş gerçekleştirdik. Kahvaltıdan sonra bize göçmenlik için formlar vermeye başladılar. Biz tabii Çin'e gitmeyeceğimiz için o formların bizimle alakalı olmadığını düşündüğümüzden doldurmadık. Bir yandan da ekranda Çin'e girerken nelere dikkat etmemiz gerektiği, ülkeye özellikle meyve sokmanın yasak olduğu, karantina kontrolüne girmemiz gerektiğini vs anlatan bir video dönüyordu.

Kaptan pilot inişe geçtiğimizi haber verdiği zaman bi hevesle pencereden bakmaya başladım. Pekin'e kadar uçmuştuk, bari pencereden şehrin neye benzediğini göreydim. Önce tarih kitaplarında geçen Orta Asya bozkırlarını, tepelerini gördüm. Hakikaten harika bir manzara idi, fakat 10 dakika sonra inanılmaz koyu, kavuniçi ile kahverengi arası bir sisin içine girdik. Bariz bir hava kirliliği idi bu. Nitekim inişe geçerken boğazım tıkandı, nefes alamadım bir an. Su içmesem boğulacaktım galiba.

Havalimanına indiğimizde de manzara değişmedi. Havalimanı penceresinden indiğimiz uçağı bile görmek imkansızdı. Hiç vakit kaybetmeden Hanoi'ye giden uçağın nerede olduğunu öğrendik. Yalnız ortada bir sorun vardı. Biz birinci terminalde idik, fakat aktarma yapmamız gereken uçak ikinci terminalde idi ve ikinci terminale varabilmek için pasaport kontrolünden geçip havalimanını terk etmemiz, arada transferi sağlayan bir otobüse binip diğer kısma gitmemiz gerekiyordu. Mecburen uçakta doldurmadığımız göçmen formlarından birer tane bulup doldurduk. Pasaport kontrolünde de nasıl olduysa para almadan bir günlük geçici vize bastılar.


İkinci kısma gitmek için otobüse bindiğimizde yine etrafı görmek imkansızdı. İçimden 'iyi ki Pekin'e gelmemişiz' diye düşünmeden edemedim. Zaten yeni okuduğum bir habere göre, hava kirliliğinden güneşi ve gökyüzünü göremeyen halk için, şehrin merkezine dev bir ekran kurmuşlar. Sabah akşam güneşi oradan doğurup batırıyorlarmış. Bildiğiniz bilimkurgu gibi birşey, dünyanın sonu geliyor dedim.

Neyse ki iki uçak arasında 3 saat varmış ve geldiğimiz uçak da gecikme yapmadı. Zar zor ikinci uçağın check-in kuyruğuna geldiğimizde Paris'dekine benzer bir tavır ile karşılaştık. Bize adeta 'siz nereden çıktınız' dediler. Arkamızda gelmekte olan daha 7 kişi olduğunu söylediğimizde 'ama bu imkansız!' der gibi baktılar. Zaten yeterince yolcuları olduğunu, büyük ihtimale bize yer olmadığını, check-in kapanana kadar beklememiz gerektiğini söylediler. Doğal olarak itiraz ettik. Çantalarımızın Hanoi'ye gitmekte olduğunu, bizim ise burada ne yapabileceğimizi, vizemizin bile olmadığını söyledik,ama mecburen beklemek zorunda kaldık. Bu arada pasaportlarımızı kontrol etmeye başladılar. Bizim ve diğer yedi kişinin altısının pasaportunda Vietnam vizesi vardı, sadece bir kişide vize yoktu, fakat o da Vietnam'a girerken vize alacağını söyledi. Normalde Vietnam için ya konsolosluğa gidip vize alıyorsunuz, ya da güvenilir bir internet sitesi bulursanız size Vietnam'a geldiğinizde havalimanında vizenizi yaptırabileceğinizi söyleyen bir form yolluyorlar ve ülkeye varınca sınırda vizenizi alıyorsunuz. Doğal olarak bizim direkt uçuş iptal olup, başka ülke üzerinden geçmek zorunda kalınınca Çin vize konusunda sıkıntı çıkarmış oldu (o yüzden siz siz olun, vize işlerinizi biraz daha pahalı olsa da konsolosluktan halletmenizde fayda var). Check-in'in kapanma vakti gelince 8 kişiyi uçağa alabileceklerini, ama vizesi olamayan kişinin burada kalıp konsolosluktan vize alması gerektiğini söylediler. Çocuğun işi gayet zordu. Bir kere Çin vizesi olmadığı için havalimanından çıkabileceği bile şüpheliydi. Mecburen onu kontuarda bırakıp biz yolumuza devam ettik. Ancak mucizevi bir şekilde, uçak kalkmadan hemen önce vizesiz çocuk da bize yetişti. Zaten ailesi Vietnam'da oturuyormuş (kendisi Fransız idi). Annesini aramış, annesi de görevli kadının mail adresine havalimanından vize alabileceğini belirten formu yollamış, böylelikle hallolmuş.

Ve Sonunda HANOI !

Artık herşey bitip, Hanoi'de havalimanı pasaport kontrolünden geçerken 'neredeyiz biz?' 'nasıl geldik buraya?' deme halindeydim. 23 aralıkta başladığımız yolculuğu, 24 aralıkta bitirmiştik.
Olması gerekenden 10 saat geç varmıştık Hanoi'ye. Bir gün kaybetmiştik. Ama olsundu, varmıştık ya önemli olan o.

Vietnam'la Türkiye arasında kışın beş saat fark var. Biz Hanoi'ye vardığımızda saat 18:00 civarıydı, yani TR saatiyle 13:00. Neyse ki otelden bizi karşılamalarını istemiştik. Bir şekilde de uçağımızın iptal olduğunu haber vermiş, saat değişikliklerini onlara iletebilmiştik. Yine de şoförü karşımızda görene kadar biraz tereddüdeydik.

Gayet lüks bir ciple, şehrin tüm kargaşasından geçip otele vardığımızda saat 19:00'u geçiyordu. Bir an evvel yatıp uyumak istiyorduk ancak birşeyler yememiz lazımdı. Kendimizi biraz toparlayıp dışarı attığımızda otelde görevli çocukların kapı önünde birşeyler pişirdiklerini gördük, tam onları selamlayıp yolumuza devam etmek üzereyken bizi masalarına davet ettiler. Birer bira açıp verdiler, ortada pişen çorbadan bize de ikram ettiler. En başta neden bu kadar misafirperver olduklarını anlamamıştık, ama sonradan fark ettik ki bugün 24 aralıktı. Noel akşamı yanı. Vietnam'da Noel tatil değil, fakat yerel halk turistlerle birlikte kutlama yapıyor. Bizi masalarına davet etmeleri de bu yüzden.

Bizimle aynı otelde kalıp, sokak masasına davet edilen bir Alman, bir İskoçyalı ve iki adet Şili vatandaşı ile bir kaç saat sohbet etme olanağı bulduk. Şilili çift 1,5 aylık bir gezi yapıyordu, Vietnam'dan önce Laos ve Kamboçya'yı da gezdiklerini söylediler, Laos'u özellikle çok çok beğendik dediler. Nitekim kendini bulma amacıyla yollara düşündüğünü düşündüğüm Alman da Laos'u çok methetti. 1 aydan uzunca bir süredir buralarda olduğunu, Almaya'ya ne zaman döneceğine henüz karar vermediğini, belki bir tapınakta 10 günlük bir arınma seansına gireceğini, ama kitap okumanın bile yasak olduğu bu ortamda kafayı yemekten korktuğunu falan söyledi. İskoçyalı ise 2 aydır İngilizce öğretmeni olarak Hanoi'de bulunduğunu, oteli ev olarak kullandığını, Vietnam'dan önce de Çin'de öğretmenlik yaptığını söyledi. Herkes gayet eğlenceli tiplerdi, fakat insanların gezecek bu kadar zamanı nasıl bulduklarını anlayamadık. Biz bile öğrenci statüsünde bireyler olarak ancak 3 haftalık bir zamansal ayarlama yapabildiysek, diğer insanlar işlerini kaybetmeden nasıl oluyor da kesintisiz en az 5-6 hafta izin alıyorlar anlayamadık. En başta göğsümüzü gere gere 'üç hafta kalıyoruz' derken, yolculuğumuzun sonuna geldiğimizde herkesin zaten en az 4 hafta kaldığını, Vietnam ve Kamboçya'ya ek olarak Malezya, Tayland ve Laos yapmadan dönmediklerini görünce biraz hayret ettik. Ayrıca pek çok çocuklu aile gördük. Çocukları belli bir yaşın üzerinde olanları anlıyorum, ancak daha bebekken çocuğu da kapıp bu kadar uzağa, bilinmeyene çocuklarını getirmeleri ne kadar sağlıklı, ne kadar rahat onlar için bilemiyorum. Sonuç olarak tercih meselesi tabii ki :)

Vietnam Hakkında Genel Ayrıntılar

Gelelim Vietnam hakkında genel bilgiler vermeye. Bu noktada biraz madde madde gideceğim.

Vietnam ya da resmi ismiyle Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti, başkent Hanoi olmasına rağmen 85 milyonluk nüfusu en çok Ho Chi Minh'e (8 milyon), sonra da Hanoi'ye (7 milyon) yayılmış. Tarihinde pek çok acı olay yaşamış hem dış hem de iç etkenler yüzünden. Yeni yeni durulmuş bir ülke aslında. Yine de tüm yaşadıklarına rağmen insanlar hem içten, hem de güler yüzlü. Özellikle Agent Orange pek çok kalıcı hasar vermiş, günümüzde bile pek çok sakat ya da ölü doğum oluyormuş. Ülkenin resmi dili Vietnamca, kendi alfabeleri var, ama İngilizce ve Fransızca konuşanları bulmak pek de zor değil.

Ülkenin kuzeyi, ortası ve güneyi farklı hava şartları gerektirdiği için ülkenin tamamını boydan boya gezecek bir turist yanına her türden kıyafet almalı. Kuzeydeki en serin bölge Sa Pa'nın içinde bulunduğu bölüm ve nitekim sadece oraya kar yağıyor diye duydum. Güneye yaklaştıkça hava sıcaklıkları oldukça artıyor. Gezmek için en iyi zaman kasım - mart arası deniliyor. Biz kuzeyden güneye kadar bir yolculuk yaptık. Kasım sonu - ocak başı arası, oldukça makul bir hava durumu vardı. 21 günlük gezimizde sadece 2 gün yağmur gördük. İkisi de sadece yarım saat kuvvetli sağanak idi ve iki yağmurda da birşeyler yeme halinde olduğumuzdan kapalı alandaydık.

Büyük şehirlerde (Hanoi ve Ho Chi Minh) tam bir kaos hakim. Özellikle karşıdan karşıya geçmek oldukça zor, hatta yolda yürümek bile kabiliyet istiyor. Trafik ışıklarını süs için konmuş renkli ışıklar olarak değerlendirebilirsiniz. Zaten rehber kitapçığımızda da yazıyordu 'trafik ışıkları arabaların durmasını sağlamaz, sadece bir kaçının durabileceğini garanti eder.'

Otellerde kaldığınız süre boyunca resepsiyonda pasaportlarınızı alı koymak isteyecekler. Belki bazı oteller sokaktan daha güvenli olabilir, ancak bazılarının kapısı 24 saat açık ve sürekli pasaportları gözetleyen birileri yok. Nazik bir şekilde pasaportunuzu isteseniz de otel ödemesini yapana kadar pasaportlarınızı geri vermeme ihtimalleri var.

Vietnamlılar pek uzun ve geniş insanlar değiller. Biraz da bu yüzden sanırım, hemen herşey minyatür gibi. Yemek yerken oturacağınız tabureler, sandalyeler, bazen kapı eşikleri, trafik tabelaları, tren kompartımanları ya da otobüs koltukları. Yine de yatak konusunda örneğin bir boy problemi ile karşılaşmadık. Ayrıca yatakların çok sert olduğundan bahsetmekte fayda var. Sırt için oldukça iyiydi, hiç uyku problemi yaşamadım.

Genel olarak çevrede dilenci ya da para isteyen birilerini görmedim. Ancak çok meraklı ve ısrarcılar o biraz sinir bozucu. Örneğin hemen her otel bir yerlere bir gezi organize ediyor, kendi programlarını almanız için çok baskı yapacaklar. Bu duruma karşı gelmeden başka bir yere rezervasyon yaptırdığınızı söyleyebilirsiniz. Ancak yine de tutarlı olmak da fayda var, çünkü size tur satamasalar bile sürekli olarak ne yaptığınızı ve nereye gittiğinizi soracaklar. Gülümseyip geçmeye, sinirlenmemeye çalışın.

Diğer bir sinir bozucu nokta insanların vurdumduymazlığı. En başta önemsemeseniz de sonradan dokunmaya başlıyor. En azından ben de öyle oldu. Örneğin bir allahın kulu size yol vermiyor karşıdan karşıya geçerken, onu geçtim kaldırımda yürürken birden bire biri üstünüze motosiklet sürüyor, çünkü sizin yürümeniz değil, onun o motoru oraya park etmesi lazım. Biri size çarparsa özür dilemiyor veya daha kötüsü aslında yol vs verilmediği için kendinizi hayalet gibi hissediyorsunuz, çünkü birşey satmayacaklarsa kimse size bakmıyor bile.

Gelelim alışveriş kısmına. Birşey satın alırken onun taklit olup olmadığını anlamak çok zor. Etrafta milyonlarca Mac bayii görebilirsiniz veya mini marketten alışveriş yaparken aldığınız marka bisküvinin gerçekten olduğunu sanabilirsiniz, ancak büyük ihtimalle sahte. Genel olarak telif hakki kavramlarının olmadığını düşünüyorum, yani istedikleri gibi istedikleri markanın ismini ve logosunu kullanıyorlar. Her ne kadar mini market diye bir kavram olsa da bizdeki bakkal modunda bu marketler, Ho Chi Minh dışında süpermarket göremedim. O yüzden size tavsiyem her türlü kişisel bakım, hijyen ve ilaç olarak neye ihtiyacınız varsa yanınızda götürmeniz. Özellikle ilaç konusunda dikkatli olmak lazım, çünkü ilaçlar kutuda satılmıyor, tek olarak ve kutusuz satılıyorlar. İsimleri zaten aşina olmadığınız isimler olacak, buna ek olarak kullanım talimatı da ya olmayacak, ya da Vietnamca olacak. Ayrıca alışveriş yaparken fiyatları kırabildiğiniz kadar kırın. Biz en başta yapmıyorduk ama yapmak lazım. Söylenen fiyatı en az ikiye bölüp öyle teklif yapın. Öte yandan bir şeyin fiyatını sormak ya da en basitinden rahat rahat incelemek neredeyse imkansız. Gözünüz bir an bir nesneye kaysın, aynen o nesneyi size satmaya çalışıyorlar. İstemiyorum, sadece bakıyorum derseniz de sinirlenebiliyorlar, ama pek göstermemeye çalışıyorlar. Vietnamdayken daha iyi anladım yabancıların Türkiye'ye gelince neden çok sıkıldığını alışveriş yaparken. Bizde de genellikle, özellikle mağaza boşsa biri peşinize takılır, konuşmasa bile sizi izler falan, sinir bozucu bir durum. Ancak Vietnam'da daha sinirdi. Yani alacağım şeyler varsa bile almadan çıktığım çok dükkan oldu, insanın üstüne üstüne geliyorlar. Keza yolda da öyle, yolda yürürken mesela biri gelip size pantolon satmak istiyor. Önce bakmıyorsunuz, önünüze atlıyor, istemiyorum diyorsunuz, şu kadar fiyatı, başka renkleri de var diyor. Yahu ben yolda yürüyorum, pantolonla hiç alakam yok, niye o kadar ısrar ediyorsun ki alayım diye. İlginçti gerçekten.

Bu sahtecilik konusu sadece alışveriş için geçerli değil. Tur şirketleri için de geçerli. Örneğin biz yaptığımız turistik turları genellikle SinhTourist adlı bir şirket vasıtasıyla gerçekleştirdik. Turları ve genel olarak rehberleri iyi. Fiyatları da uygundu. Aşağıda adreslerini ve telefon numaralarını paylaşacağım, böylelikle gideceğiniz zaman hem adresi hem de telefon numarasından doğru yer olup olmadığını kontrol edersiniz. Çünkü özellikle Hanoi'de, aynı sokak üzerinde en az 12 tane SinhTourist var. Hepsinin ismi aynı, rengi aynı, cismi aynı. Kısacası doğru olanı bulmak neredeyse imkansız.


Budistlerin dini yapılarına Pagoda deniyor. Her evin, her dükkanın minyatür bir pagodası var. Bu durum bana biraz İtalya'da her köşe başında bulunan Meryem heykellerini anımsattı. Her sabah uyanınca dua edip tütsü yakıyorlar. En başta güzel gelse de bir süre sonra tütsü kokusu baymaya başladı. İşin kötüsü sadece tütsü yaksalar iyi, sürekli bişiler yakma hastalığı var kendilerinde. Çöp de yakıyorlar, yaprak da... Zaten motosikletler yüzünden bir sürü kirlilik varken, bir de bu yakma alışkanlığı yüzünden kirlilik oluşuyor.

Trafikle ilgili bir diğer nokta ise yollarda pek tabela veya işaret olmaması. Özellikle şehirler arası yollarda hemen hiç işarete rastlamadım. Şehirler arası yoldan bahsetmişken, Vietnam'daki trafik sorunu zaten dillere destan, ben yerinizde olsam elimden geldiğince, özellikle uzun yolculuklar için treni tercih ederim. Belki otobüse göre çok daha pahalı, fakat daha rahat ve bin kat daha güvenli. Otobüs yolculukları gerçekten stresli geçiyor. Vietnamlılar kendi aralarında kornayla vasıtasıyla anlaştıkları için bayağı da gürültülü bir ortam. Mesela otobüsünüz bir kamyonu solluyorsa tüm sollama boyunca elini kornadan çekmiyor. Yalnız işin ilginci şehir içindeki trafik de inanılmaz stresli olsa bile kimse birbirine bağırmıyor, onun yerine kornaya abanıyorlar. Küfür de korna ile, yol isteme de, yol verme de. Diğer bir nokta, tüm bu kargaşaya rağmen herkesin kask takıyor hatta sinyal bile veriyor oluşu. Işıklarda durmak, birbirine ve yayalara yol vermek yok, ama karşıdan karşıya geçmeye çalışırken yanımızda olan bir turistin de söylediği gibi 'Allahtan sinyal veriyorlar yani'.

Otobüs olarak iki tür mevcut. Birincisi bildiğimiz normal otobüsler, diğeri ise sleeping bus denilen, içerisinde yatan koltuklardan oluşan iki katlı ranza sistemi oluşturulmuş otobüsler. Açıkcası en başta cazip görünse bile bana pek sağlıklı gelmedi. Özellikle bu kadar tehlikeli yollara sahip bir ülkede yatar koltukta gitmek, ufak bir kazada bile düşmeniz halinde omuriliğinizin kırılmasına sebep olabilir.

Sleeping Bus (Kaynak)


 Gelelim ne yiyeceğinize. Vietnam mutfağı gerçekten de herkese açık bir mutfak. En küçük lokanta da bile her türlü yemeği bulmak mümkün. O kadar çok şeyi nerede saklıyorlar diye düşünmeden edemedik. Tofulu vejetaryen yemeklerinden domuza, hindiden balığa, tavuğa, yumurtaya kadar herşey var. Yine de yokluğunu arayacağınız şeyler de olabilir tabii. Örneğin ekmek diye bir kavram yok, ekmek yerine pilav gelecek yemeğinizin yanında. Yemeklerde ya hiç ya da çok az tuz kullanıyorlar. Peynir, süt ürünleri, çikolata ve tatlı kavramları pek yok. Tatlı olarak sabah akşam banana pancake yiyebilirsiniz. Her yerde var. Her yerde de farklı şekilde pişiriyorlar gibi.

Özellikle su alırken alışverişinizi mini marketlerden yapmanızda fayda var. Çok turistik yerlerde sokak satıcılarıyla arasında 3 katı fiyat farkı olabiliyor. Marketten 3500 donga alacağınız suyu size 10.000 donga satmaya kalkabilirler.

Eğer tuvaletlerin nasıl olduğunu merak ediyorsanız, genellikle kapı kulpları yok. Tuvalet kağıdı bazen bulunabiliyor. Genellikle alafranga, neredeyse bir tek trende gördüm alaturka tuvalet. Her vagonda bir alaturka bir de alafranga tuvalet vardı.

Sürekli bir temizleme halleri var. Ancak yollar o kadar da temiz değildi. Ya da kendileri de pek dikkat etmiyor hijyene diye düşünüyorum. Örneğin sokağa tükürenleri geçtim, yediği meyvelerin kabuklarını biriktirip, yemeği bitirdikten sonra çöpe atmak yerine yola atan pek çok insan gördüm. Ya da izmaritleri eliyle tek tek toplayıp sonra da kendi dükkanının önünden yolun karşı kıyısına fırlatan da. Yalnız tüm bunlara ek olarak otelleri ve evlerini sürekli sularla silip süpürüyorlar. Kaldığımız iki otelde otele girmeden önce ayakkabılarımızı çıkartmamız gerekiyordu.

Herkesin ya bir kuşu, ya da bir köpeği var. Köpekler genellikle küçük köpeklerden, herhalde fazla yemedikleri için tercih ediliyorlar diye düşünmeden edemedim. Normalde ne yalan söyleyeyim küçük köpeklerden pek haz etmem, fazla çığırtkan buluyorum kendilerini, ancak sanırım sadece Avrupa'dakiler böyle. Çünkü Vietnam'dakiler inanılmaz sakin ve şirindi. Bir anda sempatimi kazandılar, bayıldım bu köpeciklere. Belki bu kadar sempatik olmalarında özgür olmalarının da etkisi vardı. Hiçbiri bağlı değildi ama ne insanlarla ilgileniyor, ne de kendi aralarında kavga ediyorlardı. Yine de köpek konusunda bu kadar özgürlerken koca koca kuşları (kumru) küçücük kafeslere koymaları bana pek eşitlikçi gelmedi. Kanadını açmayı geçtim, içeride sağa sola bile dönemeyen zavallı kumruya nasıl üzüldüm anlatamam.

Genellikle tur programları sabit. Tek başına bir program yapmak ya zor ya da taksi veya motosikletten birini seçmek gerekiyor. Motoru tehlikeli bulduğumdan, bisiklet kullanmak da imkansız olduğundan çoğunlukla tur şirketleri vasıtasıyla günübirlik veya bir kaç günlük turlara katıldık. Gelip sizi otelinizden özel araba veya otobüsle alıyorlar.

Bizdeki Maşallah yazısı ya da nazar boncuğu gibi her arabada bir tane buddaha heykeli ya da çıkartması bulunuyor.

Motosiklet üstünde herşeyi yapmak mümkün. Bir kaç örnek vermek gerekirse, telefonda oyun oynayabilir, kitap okuyabilir, uyuyabilir, yemek çubuklarını kullanarak noodle çorbası içebilirsiniz. Genellikle motosiklete en az 4 kişi binildiğinden küçücük çocukların daha doğar doğmaz denge konusunda oldukça deneyim edindiklerini düşünüyorum. Elbette en yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz gibi herşeyi taşımak mümkün. Özellikle küçücük kafeslerden kafalarını çıkartan pembe domuzlar ve tavuklar ile su dolu poşetlerde uçarmışçasına taşınan süs balıkları favorimdi. Ne yazık ki iki durumu da fotoğraflamayı başaramadım hızdan dolayı.

Ben çekemedim ama başkaları çekebilmiş :) (Kaynak)


Ben çekemedim ama başkaları çekebilmiş (Kaynak)

Genel olarak bahşiş beklemiyorlar, ancak taksiciler bahşiş konusunda buyurgan olabilirler.

Eğer bizim gittiğimiz mevsimi seçerseniz büyük ihtimalle pirinç dolu, yemyeşil tarlalara ancak güneyde rastlayacaksınız. Yalnız ister kurumuş olsun, ister pirinç dolu, dikkatinizi büyük ihtimalle tarlanın ortasında konuşlanmış mezarlar çekecek. Sanıyorum ölen kişiyi aynen tarlasına gömüyorlar, yoksa tarlaların içine rastgele serpiştirilmiş mezar taşlarının başka bir açıklaması olamaz.


Son olarak, bütçeden bahsedersek, biz ortalama 45 euro ile kapattık 21 günü. Ancak ne yediğimizden taviz verdik, ne de kaldığımız yerlerden. Gidip de en lüks yerde kalmadık tabii ama kendimize ait oda ve banyo olmasına, bir adet penceresi ve bazen de kliması olmasına dikkat ettik. Öte yandan bu fiyata aldığımız pek çok hediyelik ve yılbaşı gecesi yaktığım için yenisini almak zorunda kaldığım manto da dahil. Normal şartlarda geceliği 15$'a iki kişi güzel bir oda da konaklayabilir, günlük kişi başı 5$'a da 3 öğün yemek yiyebilirsiniz.   

Şimdiden iyi geziler diliyorum, en kısa zamanda bağlantılı diğer yazıları da yazıp paylaşmaya çalışacağım. 

0 yorum:

Yorum Gönder